left kanilski | yazmak, kendine alışamamaktır!: Aralık 2008


çerez yazı #1

PİŞMANIM, SAÇMALADIM AMA NE DE GÜZELDİ
Saçma sapan, uyuz muyuz, abuk sabuk bir geceden sonra nihayet gün ışığı görmek için, elime geçen ilk kot pantolonu altıma geçirdim. dolaptan gözüme ilişen üçüncü kazağı giydikten sonra kendimi dışarıda buldum ve gökyüzüne doğru gözlerimi kısarak bir bakış attım. ne yazık ki beklentilerim suratıma kaypakça sırıtarak, havanın yağmuruna katlanmam gerektiğini tavsiye edercesine yerini "neyse"lere bıraktı. yürüdüm bir 2o dakika, sonra starbucksa gittim. beyin fonksiyonlarımın normale dönüşmesi için. açılmam lazımdı ve bu görevi en iyi kahve yapardı. girdim içeriye ve "nereler boş acaba?" bakışımdan sonra boş koltuğu kaptırmamak için biraz daha hızlandım kasaya doğru. aldım kahvemi ve oturacağım koltuğa doğru bakarken onu gördüm. o evet, kahveyi kifayetsizleştiren, kızları kıskançlık krizlerine sokacak kadar çekici ve endamlı o güzelliği gördüm. etrafta bulunan diğer kızlar gibi değildi. bilirsiniz canım, hani şu fabrikasyon prototipler; yapma sarı saçları, solaryum bağımlısı tenleri, kısacık boyları ve marka çantaları olan kızlardan bahsediyorum. yüzlerine, ilkokuldaki resim saatlerinde boyalarla allah ne verdiyse giriştiğimiz resim kağıdı muamelesi yapan o kızlardan olmaması, onu gözümde büyütmeme ve letafet tanrıçası gibi görmeme neden oldu. kendine has duruşu, cinsi latif dedirtecek yürüyüşü ve klişe olmayan t-shirtü ve eteğiyle işte oradaydı... starbucksta, oturduğum koltuğun çarprazında. en önemlisi ise yalnızdı, elinde kahvesi ve önünde oturduğumdan beri okuyarak sırıttığı dergisi.
zaman öyle böyle geçmiyordu, en son zamdan nasibini almış doğalgaz sayacı gibi hızlıydı sanki. bir şeyler yapmazsam, o oradan gidecek ve kötü gecemin sonunda bulduğum bu gün ışığım ebediyen sönecekti. hayır olamazdı, bir şeyler yapmalıydım. bir kaç dakika süren "gitsem mi gitmesem mi, ne kaybederim ki, bi daha nerde görcek oğlum" durumundan sonra nihayet gitmeye ve ona gülümseyerek sıcak bir merhaba demeye karar verdim. derken yerimden kalktım ve onun olduğu koltuğa doğru yöneldim. tam o anda kaderin kalçası başka yöne doğru kıvırdı kendisini ve olmasını istemediğim, olmaz sanıp planlar kurduğum hadise gerçekleşti amansızca. onun yanında artık başkası vardı. birden hayallerimin içine eden o dallama yüzünden hayalimde canlandırdığım saadet zinciri en önemli halkasını kaybetmişti. hemen kendimi toparlayıp bozuntuya vermeden "u" dönüşü yapıp, peçete almaya gitmiş gibi yaptım ve de son kez dönüp arkaya baktım. ve şok...! evet, şok üstüne şok yaşıyordum o gün ve 2. şok, "sen daha dur erhanım bende ne numaralar var!" dercesine kendini göstermişti. dakikalardır konuşmayan kız, çocuğa "aşkııım, çok geç kaldıın ağaca bağladım yaa... valla elmalar patır patır dökülcekti yaneıaa" dedi. o anda kaynamaya bile fırsat bulamadan bütün soğuk sular başımdan aşağı döküldü.
2. şoktan sonra ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi bilemiyordum, şaşmıştım. ayrıca bu kadar su nereden dökülmüştü? ona da bir anlam verememiştim. bütün bildiğim doğrular meğer yanlış mıydı? bu kız, bu hakkında bunca güzel tahminlerde bulunduğum kız, halihazırda o nefret ettiğim gruba mı dahildi. aman allahım olamazdı. tahminlerim bu sabah beklentilerimin yaptığı yamuğu bana yapamazdı. ama ne yazık ki, olamazdı dediklerim oldu ve o ay parçasının da diğerlerinden pek bir farkı olmadığını anlamamla kahvemi bile almada kendimi dışarıya zor attım. nefes almakta güçlük çekiyordum. yoldan geçenler meraklı ve merhametli gözlerle bana bakıp daha sonra hiç bir şey yokmuş gibi kayıtsızca hayatlarına devam ettiler. kendimi çok yalnız hissettim ve eve gidip yatağıma uzandım. o kız hakkında kurduğum hayaller ve tahminler için tam 3 gün ağladım ve 2 gün hiçbir şey yemedim. 10 saat de uyudum.

denemeler #6

İNANCIN TEMELLERİ ÜZERİNE


Ne demiş büyük varoluşçu filozof Kierkegaard?
-İnanmıyorum, çünkü biliyorum…


Biraz geçmişten başlamak istiyorum yazıma, hani o evrimin düşünen ilk ürünlerinden, 2 bacaklılardan… evet, insanlarla başlıyorum; konu inanmak olunca belki de kimse onlar kadar dirayetli ve sebatlı bir şekilde bağlanmamışlardır inandıkları şeylere. Lütfen kafanızda canlandırın o ilk insanları; bu dünyaya seçme şansınız olmadan bırakıldığınızda, ilk önce sadece algılarınızla eşlik ediyorsunuz sonsuz evrene, daha sonra düşünceler ve yine bu doğrultuda çıkarsamalarla anlamlar vererek anlamaya çalışıyorsunuz dünyayı. Fakat hiçbir boktan emin olamıyorsunuz. Çünkü dünya acımasız ve ölümün mutlak kaderiniz oluşu sizi her yerde tehlike ve güvensizlik içinde yaşamaya itiyor ve sizin elinizde dünyaya karşı ileri süreceğiniz pek sağlam bilgiler ve miras kalmış tecrübeler yok. henüz bilim portakalda vitamin… daha sonra sivrizekalılar geliyor yaşadığınız yerlere, ya da karşılıyorsunuz onlarla, tam da her şeye niye diye sorduğunuz bir zamanda. Sivrizekalılar, sizlere bilemeyeceğiniz şeyler hakkında sizin de duymak istediğiniz ve duymaktan hoşnut olduğunuz şeyleri söylüyorlar. Evet, onları duymak, hele ki ilk kez duymak şaşırtıcı olduğu kadar zevkli de, içinizden “dünyayı anlıyorum amına koyayım” derken aslında korkularınıza paravan yaptığınız o inançları, sırf gerçekler acıtmasın diye kabul ediyorsunuz.

Şimdi çıkalım canlandırma halinden ve bugüne dönelim; aslında pek bir fark yok, inanç şekillerinin birazcık çağımıza uyarlanışından başka. E tabi bilimin günbegün kendini evrende kanıtlamaya başlamasından beri Thor yahut Ares’e inanmak sizler için hayli zor. Artık şimşekler tanrı’lar kızdığı için değil, bulutlar arasındaki elektrik dalgalarının sürtüşmesinden meydana geldiğini çocuklar bile biliyor. Keyfe keder bir tanrı, keyfe keder bir doğa yasası yok karşınızda, evren alabildiğince ve olabildiğince mantıklı, çözebildiğiniz ve ilerleyebildiğiniz kadar tabi. Dediğim gibi bilimin egemenliği altındaki alanlara ilişkin inanma eylemine girmekten sakınıyoruz artık, çünkü böyle olduğunda kendi kendimizi kandırdığımızın daha bir farkında oluyoruz ve bu durum inanmamızın sebebi olan, güvende olma, iç huzur ve mutluluk idealarıyla uyuşmuyor. Fakat günümüzde inandığımız her şey bu kadar kolay analiz edilemiyor şüphesiz. Kimi, doğaüstü bir yaşam vadeden dinlere, kimi dünyayı yaşamaya değer kılan bir ülküye… kimi ise iyi şeyler düşünürse ve evrenin frekansını doğru tutturursa istediği her şeye ulaşacağına... biraz daha spesifik örnekler vermek gerekirse; kimi büyükannesinin öldükten sonra bile kendisini izlediğine… kimi iktidar partisinin bir gün bu ülkeye şeriat getireceğine… kimi ayrılmış olsalar bile sevgilisinin hala onu sevdiğine… kimi bu hafta doldurduğu sayısal loto kuponunun tutacağına… işte böyle inançlar içinde bilmeyi ve araştırmayı denemeyerek yaşamayı seçiyoruz. Belki de öğreneceğimiz gerçeklerle yüzleşmenin, bir şeye inanmadan önceki beklentilerimizi zehirleyip yok edeceğinden korkuyoruz. “Aman bilmeyelim, mantıklı da olmasın ama mutlu etsin beni” demekle sürdürüyoruz varoluşumuzu. Burada şunu belirtmeliyim ki, her inancımızın temelinde aklımızın tembelliği ve korkularımız yatmıyor, hatta bazı inançlarımız da, ne kadar uğraşsak da o konuda bilgisel doyuma ulaşamayacağımızı anladığımız ve gerçekten öyle olmasını umduğumuz anda ortaya çıkıyor. Bu konuda tarihten güzel bir örnek vermek istersek; milattan önce 400’lü yıllarda yaşamış “sofistler”, şu anda hayli taraftarı olan “agnostisizm”in temellerini atmışlar. Agnostisizm, kelime anlamıyla bilinemezcilik manasına geliyor. sofistler, evrende bir şeyi tam olarak bilebileceğimize dair genel bir kıstas ve yöntemin mevcut olmadığından, hiçbir bilginin bizi bir şey hakkında kesin sonuca götürmeyeceğini ileri sürmüşler. örnek olarak da Tanrı’yı gösterip, onun ne varlığının ne de yokluğunun kanıtlanabilir olduğunu, bu yüzden “onu” bilinemez olarak bırakıp, kişisel isteğimize ve menfaatimize göre, inanmayı yahut inanmamayı seçmemiz gerektiğini söylemişler. İşte sofistlerin yaptığı da bir şeye neden inandığımızın başka bir nedenini açıklıyor; bilemeyeceğimiz bir şeyde öyle olmasını ummak…


İster korkudan, güvensizlikten ve acizlikten olsun, ister isteklerden, arzulardan kaynaklansın inançlar ve inanışlar, vicdanımız yahut iç sesimize yaptığı müdahalelerle, hayatımızın büyük bir bölümünde rol oynuyor. İnançların varlığı konusunda salt iyi ya da salt kötünün olmadığını, iyi-kötü kavramının göreceli olduğunu da belirtmek istiyorum. Ve bu görecelik kavramı başkalarının inanışlarına ihtiram etmeyi de beraberinde getiriyor. Maalesef günümüzde ise “görecelik” mefhumuna olan saygının ne kadar az olduğunu, bu doğrultuda farklı inançların ve inanış şekillerinin niceliksel çoğunluk tarafından kabul edilmediğini, yadsındığını söylemeden de edemeyeceğim. Neyse, konumuza geri dönersek, inançlarımızın temel nedenleri ne olursa olsun, ancak bilmediğimiz bir şeye inandığımız aşikar. Yani bir şeyi biliyorsak ona inanıyor değiliz aslında. Sevgilimin beni sevmediğini biliyorsam, eminsem, onun bana tekrar gelmeyeceğine inanıyorum demek doğru değildir. Başka bir deyişle, onun bana gelmeyeceğini bildiğimden, artık onun geleceği yahut gelmeyeceği konusunda bir inancım olamaz. Öyleyse her inanç, içinde bilmemeyi, şüpheyi, beklemeyi ve umudu barındırıyor. Biz ise genelde sürece müdahale etmeyip, sonucu beklemekle yetiniyoruz. Beklerken ise korkularımızın ve güvensizliklerimizin üstüne örttüğümüz inançlarımız, sükunet ve huzur bahşediyor bize…


Son olarak; günümüzde insan hayatlarına ve insan ilişkilerine biraz daha dikkatli ve objektif baktığımızda, çağımızın hastalığı olan huzur ve sükunet eksikliğinin temelinde inançsızlık yahut inançlarımızdaki samimiyetsizliğin yattığını anlamak, hiç de zor değil.

UYARI

Neticesiz kalan ve elime yüzüme bulaşan şablon denemelerim yüzünden önceki blog düzenim kayboldu. Halbuki ne de hevesliydim, bilumum şablon sitelerinden ay gibi şablonlar araklamıştım, fakat olmadı, başaramadım. Ama umutluyum yine de, şu sınav dönemi bi bitsin, ya da bu hebelelerden anlayan istekli bir arkadaş karşıma çıksın, en yakın zamanda halihazır görüntüden kurtulup, göze hoş gelen, letafet sahibi bir blog görünümüyle yeniden burda olacağım. Biliyorum çok da s.kinizde ama yine de yazayım dedim...


Abraham Erhanz KANİLSKİ (bildiğin erhan kanışlı)

Bayram iletisi

BAYRAM BULANTISI (AMAÇSIZCA)

Herkesin ağzında bir “iyi bayramlar”, fazla bayağı, fazla yapay. Bırak da gideyim der gibi bakıyorum suratına vokalin. bu son şarkısıymış ve ilk bana dinletiyormuş, şanslıymışız. Fakat dürüst oldum ona karşı, kendime olamayacağım kadar ve bağırdım oturduğum yerden sahneye “çok kalın bir sesin var ve detone oluyorsun boyuna, hesap!”. Bayram şekerleri de sağlığa zararlı değilmiş ama dişleri çürütürmüş. Evimden çıkarken yokuş başında karşılaştığım küçük bir çocuktan kısa bir nasihatti bu. yanakları al al, annesi çağırdı ve gitti. Küçük başlar ise durumdan habersizmiş, kimse bir malumat vermemiş onlara. Bilselerdi bu durumu karşı çıkarlar mıydı peki? ı ıh! bence onların fazla sözünü dinleyen yok. Ama kebabı ben de severim. Mecidiyeköy’de güzel bir yer var, profilo’ya giderken…