KONTRAST
Bugün olmasin bugün almayayım su an gerek yok dediklerim... Bugün olsa şu an gelse tam zamanı dediklerim.... Farklı ruh hallerinin oyalanma şekilleri, hep aynı olmak zorunda değil... Hep farkli olmak zorunda olmadığı gibi.
Bazı kendiliğinden ortaya çıkan ama tamamen yanlış olan ön yargılarımız, alışkanlıklarımız var. Alıştırılmışlıklarımız... Farkettirmeden de güdüyor hayatımızı bir taraftan. En çok karşılaşılanı misal, bir şey güzel değilse onu illa kötü yapıyoruz, beyaz olmamak bizim için siyahla eş. Zıtlıkları birer ölçü kabul edip, her şeyi onunla tartıyoruz.
Vicdan azabi gibi... içindeki düğümleri, uyum icinde olan bağlarımı söken, pervasız bir istek. İşine gelse şuracıkta işimi bitirecek ama acı vermekten zevk alıyor melun... Olmazsa ölmek. Ölmemek icin de daha çok istemek. Bazı duygular, bazı durumlar, bazı tutkular... bize sunduklari sadece iki seçenek, ölmek ya da yaşamak... siyah ya da beyaz... gül ya da ağla... olmazsa ölmek...
Bu sefer değistireceğim kaderimi dediğim anlar oluyor bazen. Yazıyorum bir kağıda ne istediğimi, neler yapmam gerektiğini. Sonra biri bulup güler diye defterimin arasına saklıyorum. Günün sonunda da yırtıp atıyorum. Ama o kararlılık, o mecburiyet hissi... yeri dolu hala. Derin, yoğun bir acı varoluşumu harekete geçiriyor, tehdit edercesine, ya bunu yapmalısın ya ölmelisin... fısıldıyor sol kulağımın dibinde “yapamazsan ne olacağını biliyorsun di mi?” daha o şeyi istediğim yerden alıp almamaya karar vermeden yanlış bir soru, dibi görümeyen bir uçurum gibi beni iki seçeneğe hapsediyor...
Yanlış sorulmuş sorularla doğru cevaplar bulunabilir belki, ama o cevap o soruya ait olmaz, henüz sorulmamış doğru bir sorunun cevabı olarak sahipsizce kalir.
Yola çıktım... zira soru çoktan soruldu... şu an tek duşunebildigim onu alamazsam kendime olan saygımı, kendimle olan bütünlüğümü, zihnimde olusturduğum istikrarlı bir “ben” karakterini harap etmiş, yakip yıkmış olacağim. Ya alırsam? Bu sonsuz mutluluğun göz kırptığı kutsanmış bir an olacak, bütünlüğüm, kendimdeki kimliğim kaldığı yerden devam edecek... Sadece bir soruydu bu, şeytanın ya da yakın bir arkadaşının fısıldadığı... Oysa beyaz olmayan milyonlarca renk sayabilirdim, gösterebilirdim, güneşin ayarlanmış, belirli bir açıdan gelen ışının retinaya yansımasına bakardı her şey. Beyaz olmayanın hükmü siyah olmaksa, ne önemi var arada kalanların... Hala yoldayım.
Açılmayan kapılar sokağı hikayesi... O kapı beni başka bir bene götüren kapı, biliyorum. Gereken şeyleri yaptığımı en az on kez kontrol ettim, doğru sokak, dogru kapı, numarası bilmem kaç. Elimdeki kağıda bakıyorum son kez, “doğru yahu işte burası”. Dışarıda bulunduğum biliniyormuş gibi nazikçe, adet gereği, iki kere kesik kesik tıklatıyorum. Ne bir ayak sesi, ne kapinin altındaki aralıktan gelen ışığın dalgalanmasi... Bekliyorum, süpheler içinde sorular sorun oluyor... Hep böyle olur zaten. Bir şüphe soruyu soruna çevirir... Son şansım olduğuna karar verip daha hızlı çalıyorum bu sefer... alnımdaki terler, yanaklarımdaki sıcaklık... hepsinden haberim var, ölüyorum. “Kapi açilmadı, açılmıyor, açılmayacak... Ve ben...”
Kapi açılmadi! çünkü ben yanliş kişiydim. Kapı acilmadi çünkü içerideki kisi benim geldigimi anlayip seyirtmeye tenezzul bile etmedi... açılsaydı benim olacak olan şu an benden esirgeniyor, ne ki o? Mutluluk, huzur, keyif... Aslinda hepsi aynı amaca hizmet eden farklı kelimeler, bir kerhanenin farklı zevklere hitap eden kadrolu calışanları.. sorusuna sıçayım. Beni ayartti. Hafizamı, zihnimi, hatta hayatımdaki bütün yaşadığım şeyleri biliyordu. En tehlikelisi de ne istediğimi biliyordu. Onu bir seçenek kılığında, tam tersinin hemen yanına koyarak soru içinde sundu... Tuzağa düşürüldüm. Zıtlıkların tuzağı bu... Ya hep ya hicin, sizi, size sormadan mucadeleye dahil etmesi... Ya evde kimse yoksa? Biraz erken gitmişsem? Kapiyı açmasi gereken yaşlı kadın ben gelmeden hemen önce kalp krizi geçirip yere yığıldıysa... Hayır! O kapı acılmadı ve ben öldüm. Bitti!
Sarap-peynir, jazz-cumartesi gecesi, esmer bir ispanyol-uc kere ardı ardına, brokoli-limon... Bir arada olunca beni bendan alanlar... Her zaman olmak zorunda mı peki? Peyniri sadece şarapla tercih etmem, damağimda biraktiği tuzun yeterliliğiyle hoşnut olmam, yerini, az sonra hakkını verecek bir yudum şaraba bırakacak olmasıyla perçinlenir ama şarabı peynir var diye, peyniri şarapla gider diye seviyorsam, bana “peyniri seven birisidir” diyemez kimse, sokaklarda böyle cağrılamam. Dun gece azmışımdır, ya da azdırılmış, yorucu bir gecenin zevkli bir anısıdır o kadın, ama onu her zaman sevemem, isteyemem. Simdi gelse, “yazı yazıyorum, git” derim...
Dalgalanmalar içimde, o anın duygusu beni kendisine seçince... bir biçimde... biçimlenirim, isterim, istemem...
Eski bir arabada tanıştık... Uçaktan indiğimde servisin kalkmasına daha neredeyse bir saat vardı, bu tarafa gidiyormuşsam eğer, onlarla gidebilirmişim, sadece uc kişilermis ve bagajlari valizimin buyuklugundan sikayet etmezmis. Yanımda oturan, homurdayan , sigaranın mirasi sarı lekeli beyaz sakalı var, konuşurken cumlenin başında camdan dışarı bakıp, sonunda gözlerimde bitiriyor... Garip bir adam, babamdan buyuk. İğrenc bir ceketi var, kahverengi, sarı, dikey ve yatay çizgileri kareyi andıran. Göz yormuyor ama böyle bir erkeğin karşınızda soyunmasını katlanacağınız cinsten, yeter ki o ceket gözümün önünden kaybolsun. Neyse, beni bıraktıklarından 3 gün sonra bir barda karşılaştım, içkisi bitmek üzere, mırıldandı yine; ” bugün kimseyi sevmiyorum. Annem mezardan çıksa, kilo mu verdin deyip içkime devam ederim. Kusura bakma yabanci, yanıma oturamazsın.” Sevmek, sevmemek... Yine zorunlu şıklar... Yok mu bir arası, kişiden kişiye, kişinin tanıdığı kişiye göre değişen, bazen aynı kişiye karşı artan, ama kısa bir zaman sonra yok olan... Olamaz mı? Ya hep ya hiç mi yine? İstikrar uğruna duygulara yalan mi söylettireceğiz?
Kitap okumayı genelde severim. Bazı anlar olur, kitap okumak yerine masturbasyon yapmayı onurlu bir sey sanar pantolonumu indiririm... Yagmurlu havalarda sicak, dumanı üstünde gevrek bir pide beliriverse gözümün önünde, yağmurun hatrı var, o kitabı okurum. Pide soğur. Nedense ne zaman hastalansam, midem bulansa ya da grip olsam kitap okumak zul gelir, fena eder... Olmasın daha iyi der arkamı dönerim. Şimdi canınızı yakan o soruyu sormak icin hazırım; aynı şey insanlar hakkında da oluyor, peki biz neden yalan söylüyoruz? Suçluluk duyarız diye mi? Ölene kadar sevmek mi? Ayni ölçüde mi? Azalıp artışları, dalgalanmaları gözardı edip, sadece sevmek mi? Kabul edin, başka çareniz yok, insanin iç dünyası karmaşıktır, düzenli ve istikrarli bir sevgi, o duygu yoğunluğu her zaman aynı seviyede yaşanmaz, şarabın peynire yaptığını bira hayalinde göremez. Uygun zamanlarımız vardır, bilmemiz, tahmin etmemiz mümkün değil, bir insana hiç olmadığı kadar yaklaşmısızdır, sadece tenidir, o yumusak derisidir bizi tamamen birleşmekten alıkoyan.
Kimya dersindeyim, tenefüse yaklaşık yarim saat var ve arka sağ yanımda oturan kız bugun kalın çorap giymiş... Bu ders bitmez. ”Cok önemli çocuklar, sınavda sorarım...” Tahtada bir şey yazıyor, karışık,” allah belasını versin bu hocanin, not defterini bir çalabilsem”... ”iki sıvı tepkimeye girip birbirine karişabiliyorsa bu moleküllerinin uygunluğuna bağlıdır...” daha basit anlatamazdi, sanki bir avuç salak var karşısında... Tamam, bizden daha cok şey biliyor...
“O uygun zamanlarda sevgilim, dinle en sevdiğimiz şarkıyı, senin aradığın erkek oldugum zamanlar... gençtik... hırslarımız vardı ve iyi sevişirdik... o uygun zamanlarda sevgilim, daha cok seviyorsam seni, beni suçlaman cok zalimce olur, çünkü bazen daha da çoğalır bu içimdeki parçan, sevgim bir şeyler söylüyor duyuyor musun? Sadece ikimizin duyabileceği bir şarki bu... duyuyorsun sevgilim, çünkü güülüyor yüzün. Omuzlarim geniş, bakışlarım keskindi, sense narinliğinle rüzgarları çağırırdın yanımıza, gençtik sevgilim... arkadaslarının arasında öperdim, hatırlarsın... o uygun zamanlarda...” güzel sözler, pek bilinmez ama kadınlar kadar erkekler de bayılır sevilmeye, güzel şeyler işitmeye... tepki vermez, belli etmek istemez hoşuna gittiğinin, herkes de sanır ki, tatlı sözlerin ikna ettiği yılan dişi olmak zorundadır... Tersi de doğrudur; bazen sevmem bazen cok sevdiğimi... Sadece o uygun zamanlarda, o uygun miktarda sevmişimdir onu... Kitap gibi, peynir gibi, esmer gibi, jazz gibi... Ruhumun kıvamı soyler son sözü...
”Bugün seni sevmiyorum.”
“Dün cok sevmiştim ama bugün... bilmiyorum...”
“Dün sevdim diye şu anki duygumu yadsıyamam bebeğim, onun için kumandayı bana ver birazcık da ileride otur.”
Bugün olmasin bugün almayayım su an gerek yok dediklerim... Bugün olsa şu an gelse tam zamanı dediklerim.... Farklı ruh hallerinin oyalanma şekilleri, hep aynı olmak zorunda değil... Hep farkli olmak zorunda olmadığı gibi.
Bazı kendiliğinden ortaya çıkan ama tamamen yanlış olan ön yargılarımız, alışkanlıklarımız var. Alıştırılmışlıklarımız... Farkettirmeden de güdüyor hayatımızı bir taraftan. En çok karşılaşılanı misal, bir şey güzel değilse onu illa kötü yapıyoruz, beyaz olmamak bizim için siyahla eş. Zıtlıkları birer ölçü kabul edip, her şeyi onunla tartıyoruz.
Vicdan azabi gibi... içindeki düğümleri, uyum icinde olan bağlarımı söken, pervasız bir istek. İşine gelse şuracıkta işimi bitirecek ama acı vermekten zevk alıyor melun... Olmazsa ölmek. Ölmemek icin de daha çok istemek. Bazı duygular, bazı durumlar, bazı tutkular... bize sunduklari sadece iki seçenek, ölmek ya da yaşamak... siyah ya da beyaz... gül ya da ağla... olmazsa ölmek...
Bu sefer değistireceğim kaderimi dediğim anlar oluyor bazen. Yazıyorum bir kağıda ne istediğimi, neler yapmam gerektiğini. Sonra biri bulup güler diye defterimin arasına saklıyorum. Günün sonunda da yırtıp atıyorum. Ama o kararlılık, o mecburiyet hissi... yeri dolu hala. Derin, yoğun bir acı varoluşumu harekete geçiriyor, tehdit edercesine, ya bunu yapmalısın ya ölmelisin... fısıldıyor sol kulağımın dibinde “yapamazsan ne olacağını biliyorsun di mi?” daha o şeyi istediğim yerden alıp almamaya karar vermeden yanlış bir soru, dibi görümeyen bir uçurum gibi beni iki seçeneğe hapsediyor...
Yanlış sorulmuş sorularla doğru cevaplar bulunabilir belki, ama o cevap o soruya ait olmaz, henüz sorulmamış doğru bir sorunun cevabı olarak sahipsizce kalir.
Yola çıktım... zira soru çoktan soruldu... şu an tek duşunebildigim onu alamazsam kendime olan saygımı, kendimle olan bütünlüğümü, zihnimde olusturduğum istikrarlı bir “ben” karakterini harap etmiş, yakip yıkmış olacağim. Ya alırsam? Bu sonsuz mutluluğun göz kırptığı kutsanmış bir an olacak, bütünlüğüm, kendimdeki kimliğim kaldığı yerden devam edecek... Sadece bir soruydu bu, şeytanın ya da yakın bir arkadaşının fısıldadığı... Oysa beyaz olmayan milyonlarca renk sayabilirdim, gösterebilirdim, güneşin ayarlanmış, belirli bir açıdan gelen ışının retinaya yansımasına bakardı her şey. Beyaz olmayanın hükmü siyah olmaksa, ne önemi var arada kalanların... Hala yoldayım.
Açılmayan kapılar sokağı hikayesi... O kapı beni başka bir bene götüren kapı, biliyorum. Gereken şeyleri yaptığımı en az on kez kontrol ettim, doğru sokak, dogru kapı, numarası bilmem kaç. Elimdeki kağıda bakıyorum son kez, “doğru yahu işte burası”. Dışarıda bulunduğum biliniyormuş gibi nazikçe, adet gereği, iki kere kesik kesik tıklatıyorum. Ne bir ayak sesi, ne kapinin altındaki aralıktan gelen ışığın dalgalanmasi... Bekliyorum, süpheler içinde sorular sorun oluyor... Hep böyle olur zaten. Bir şüphe soruyu soruna çevirir... Son şansım olduğuna karar verip daha hızlı çalıyorum bu sefer... alnımdaki terler, yanaklarımdaki sıcaklık... hepsinden haberim var, ölüyorum. “Kapi açilmadı, açılmıyor, açılmayacak... Ve ben...”
Kapi açılmadi! çünkü ben yanliş kişiydim. Kapı acilmadi çünkü içerideki kisi benim geldigimi anlayip seyirtmeye tenezzul bile etmedi... açılsaydı benim olacak olan şu an benden esirgeniyor, ne ki o? Mutluluk, huzur, keyif... Aslinda hepsi aynı amaca hizmet eden farklı kelimeler, bir kerhanenin farklı zevklere hitap eden kadrolu calışanları.. sorusuna sıçayım. Beni ayartti. Hafizamı, zihnimi, hatta hayatımdaki bütün yaşadığım şeyleri biliyordu. En tehlikelisi de ne istediğimi biliyordu. Onu bir seçenek kılığında, tam tersinin hemen yanına koyarak soru içinde sundu... Tuzağa düşürüldüm. Zıtlıkların tuzağı bu... Ya hep ya hicin, sizi, size sormadan mucadeleye dahil etmesi... Ya evde kimse yoksa? Biraz erken gitmişsem? Kapiyı açmasi gereken yaşlı kadın ben gelmeden hemen önce kalp krizi geçirip yere yığıldıysa... Hayır! O kapı acılmadı ve ben öldüm. Bitti!
Sarap-peynir, jazz-cumartesi gecesi, esmer bir ispanyol-uc kere ardı ardına, brokoli-limon... Bir arada olunca beni bendan alanlar... Her zaman olmak zorunda mı peki? Peyniri sadece şarapla tercih etmem, damağimda biraktiği tuzun yeterliliğiyle hoşnut olmam, yerini, az sonra hakkını verecek bir yudum şaraba bırakacak olmasıyla perçinlenir ama şarabı peynir var diye, peyniri şarapla gider diye seviyorsam, bana “peyniri seven birisidir” diyemez kimse, sokaklarda böyle cağrılamam. Dun gece azmışımdır, ya da azdırılmış, yorucu bir gecenin zevkli bir anısıdır o kadın, ama onu her zaman sevemem, isteyemem. Simdi gelse, “yazı yazıyorum, git” derim...
Dalgalanmalar içimde, o anın duygusu beni kendisine seçince... bir biçimde... biçimlenirim, isterim, istemem...
Eski bir arabada tanıştık... Uçaktan indiğimde servisin kalkmasına daha neredeyse bir saat vardı, bu tarafa gidiyormuşsam eğer, onlarla gidebilirmişim, sadece uc kişilermis ve bagajlari valizimin buyuklugundan sikayet etmezmis. Yanımda oturan, homurdayan , sigaranın mirasi sarı lekeli beyaz sakalı var, konuşurken cumlenin başında camdan dışarı bakıp, sonunda gözlerimde bitiriyor... Garip bir adam, babamdan buyuk. İğrenc bir ceketi var, kahverengi, sarı, dikey ve yatay çizgileri kareyi andıran. Göz yormuyor ama böyle bir erkeğin karşınızda soyunmasını katlanacağınız cinsten, yeter ki o ceket gözümün önünden kaybolsun. Neyse, beni bıraktıklarından 3 gün sonra bir barda karşılaştım, içkisi bitmek üzere, mırıldandı yine; ” bugün kimseyi sevmiyorum. Annem mezardan çıksa, kilo mu verdin deyip içkime devam ederim. Kusura bakma yabanci, yanıma oturamazsın.” Sevmek, sevmemek... Yine zorunlu şıklar... Yok mu bir arası, kişiden kişiye, kişinin tanıdığı kişiye göre değişen, bazen aynı kişiye karşı artan, ama kısa bir zaman sonra yok olan... Olamaz mı? Ya hep ya hiç mi yine? İstikrar uğruna duygulara yalan mi söylettireceğiz?
Kitap okumayı genelde severim. Bazı anlar olur, kitap okumak yerine masturbasyon yapmayı onurlu bir sey sanar pantolonumu indiririm... Yagmurlu havalarda sicak, dumanı üstünde gevrek bir pide beliriverse gözümün önünde, yağmurun hatrı var, o kitabı okurum. Pide soğur. Nedense ne zaman hastalansam, midem bulansa ya da grip olsam kitap okumak zul gelir, fena eder... Olmasın daha iyi der arkamı dönerim. Şimdi canınızı yakan o soruyu sormak icin hazırım; aynı şey insanlar hakkında da oluyor, peki biz neden yalan söylüyoruz? Suçluluk duyarız diye mi? Ölene kadar sevmek mi? Ayni ölçüde mi? Azalıp artışları, dalgalanmaları gözardı edip, sadece sevmek mi? Kabul edin, başka çareniz yok, insanin iç dünyası karmaşıktır, düzenli ve istikrarli bir sevgi, o duygu yoğunluğu her zaman aynı seviyede yaşanmaz, şarabın peynire yaptığını bira hayalinde göremez. Uygun zamanlarımız vardır, bilmemiz, tahmin etmemiz mümkün değil, bir insana hiç olmadığı kadar yaklaşmısızdır, sadece tenidir, o yumusak derisidir bizi tamamen birleşmekten alıkoyan.
Kimya dersindeyim, tenefüse yaklaşık yarim saat var ve arka sağ yanımda oturan kız bugun kalın çorap giymiş... Bu ders bitmez. ”Cok önemli çocuklar, sınavda sorarım...” Tahtada bir şey yazıyor, karışık,” allah belasını versin bu hocanin, not defterini bir çalabilsem”... ”iki sıvı tepkimeye girip birbirine karişabiliyorsa bu moleküllerinin uygunluğuna bağlıdır...” daha basit anlatamazdi, sanki bir avuç salak var karşısında... Tamam, bizden daha cok şey biliyor...
“O uygun zamanlarda sevgilim, dinle en sevdiğimiz şarkıyı, senin aradığın erkek oldugum zamanlar... gençtik... hırslarımız vardı ve iyi sevişirdik... o uygun zamanlarda sevgilim, daha cok seviyorsam seni, beni suçlaman cok zalimce olur, çünkü bazen daha da çoğalır bu içimdeki parçan, sevgim bir şeyler söylüyor duyuyor musun? Sadece ikimizin duyabileceği bir şarki bu... duyuyorsun sevgilim, çünkü güülüyor yüzün. Omuzlarim geniş, bakışlarım keskindi, sense narinliğinle rüzgarları çağırırdın yanımıza, gençtik sevgilim... arkadaslarının arasında öperdim, hatırlarsın... o uygun zamanlarda...” güzel sözler, pek bilinmez ama kadınlar kadar erkekler de bayılır sevilmeye, güzel şeyler işitmeye... tepki vermez, belli etmek istemez hoşuna gittiğinin, herkes de sanır ki, tatlı sözlerin ikna ettiği yılan dişi olmak zorundadır... Tersi de doğrudur; bazen sevmem bazen cok sevdiğimi... Sadece o uygun zamanlarda, o uygun miktarda sevmişimdir onu... Kitap gibi, peynir gibi, esmer gibi, jazz gibi... Ruhumun kıvamı soyler son sözü...
”Bugün seni sevmiyorum.”
“Dün cok sevmiştim ama bugün... bilmiyorum...”
“Dün sevdim diye şu anki duygumu yadsıyamam bebeğim, onun için kumandayı bana ver birazcık da ileride otur.”