left kanilski | yazmak, kendine alışamamaktır!


serbest edebiyat 20 (17.12.10)

KONTRAST

Bugün olmasin bugün almayayım su an gerek yok dediklerim... Bugün olsa şu an gelse tam zamanı dediklerim.... Farklı ruh hallerinin oyalanma şekilleri, hep aynı olmak zorunda değil... Hep farkli olmak zorunda olmadığı gibi.

Bazı kendiliğinden ortaya çıkan ama tamamen yanlış olan ön yargılarımız, alışkanlıklarımız var. Alıştırılmışlıklarımız... Farkettirmeden de güdüyor hayatımızı bir taraftan. En çok karşılaşılanı misal, bir şey güzel değilse onu illa kötü yapıyoruz, beyaz olmamak bizim için siyahla eş. Zıtlıkları birer ölçü kabul edip, her şeyi onunla tartıyoruz.

Vicdan azabi gibi... içindeki düğümleri, uyum icinde olan bağlarımı söken, pervasız bir istek. İşine gelse şuracıkta işimi bitirecek ama acı vermekten zevk alıyor melun... Olmazsa ölmek. Ölmemek icin de daha çok istemek. Bazı duygular, bazı durumlar, bazı tutkular... bize sunduklari sadece iki seçenek, ölmek ya da yaşamak... siyah ya da beyaz... gül ya da ağla... olmazsa ölmek...

Bu sefer değistireceğim kaderimi dediğim anlar oluyor bazen. Yazıyorum bir kağıda ne istediğimi, neler yapmam gerektiğini. Sonra biri bulup güler diye defterimin arasına saklıyorum. Günün sonunda da yırtıp atıyorum. Ama o kararlılık, o mecburiyet hissi... yeri dolu hala. Derin, yoğun bir acı varoluşumu harekete geçiriyor, tehdit edercesine, ya bunu yapmalısın ya ölmelisin... fısıldıyor sol kulağımın dibinde “yapamazsan ne olacağını biliyorsun di mi?” daha o şeyi istediğim yerden alıp almamaya karar vermeden yanlış bir soru, dibi görümeyen bir uçurum gibi beni iki seçeneğe hapsediyor...

Yanlış sorulmuş sorularla doğru cevaplar bulunabilir belki, ama o cevap o soruya ait olmaz, henüz sorulmamış doğru bir sorunun cevabı olarak sahipsizce kalir.

Yola çıktım... zira soru çoktan soruldu... şu an tek duşunebildigim onu alamazsam kendime olan saygımı, kendimle olan bütünlüğümü, zihnimde olusturduğum istikrarlı bir “ben” karakterini harap etmiş, yakip yıkmış olacağim. Ya alırsam? Bu sonsuz mutluluğun göz kırptığı kutsanmış bir an olacak, bütünlüğüm, kendimdeki kimliğim kaldığı yerden devam edecek... Sadece bir soruydu bu, şeytanın ya da yakın bir arkadaşının fısıldadığı... Oysa beyaz olmayan milyonlarca renk sayabilirdim, gösterebilirdim, güneşin ayarlanmış, belirli bir açıdan gelen ışının retinaya yansımasına bakardı her şey. Beyaz olmayanın hükmü siyah olmaksa, ne önemi var arada kalanların... Hala yoldayım.

Açılmayan kapılar sokağı hikayesi... O kapı beni başka bir bene götüren kapı, biliyorum. Gereken şeyleri yaptığımı en az on kez kontrol ettim, doğru sokak, dogru kapı, numarası bilmem kaç. Elimdeki kağıda bakıyorum son kez, “doğru yahu işte burası”. Dışarıda bulunduğum biliniyormuş gibi nazikçe, adet gereği, iki kere kesik kesik tıklatıyorum. Ne bir ayak sesi, ne kapinin altındaki aralıktan gelen ışığın dalgalanmasi... Bekliyorum, süpheler içinde sorular sorun oluyor... Hep böyle olur zaten. Bir şüphe soruyu soruna çevirir... Son şansım olduğuna karar verip daha hızlı çalıyorum bu sefer... alnımdaki terler, yanaklarımdaki sıcaklık... hepsinden haberim var, ölüyorum. “Kapi açilmadı, açılmıyor, açılmayacak... Ve ben...”

Kapi açılmadi! çünkü ben yanliş kişiydim. Kapı acilmadi çünkü içerideki kisi benim geldigimi anlayip seyirtmeye tenezzul bile etmedi... açılsaydı benim olacak olan şu an benden esirgeniyor, ne ki o? Mutluluk, huzur, keyif... Aslinda hepsi aynı amaca hizmet eden farklı kelimeler, bir kerhanenin farklı zevklere hitap eden kadrolu calışanları.. sorusuna sıçayım. Beni ayartti. Hafizamı, zihnimi, hatta hayatımdaki bütün yaşadığım şeyleri biliyordu. En tehlikelisi de ne istediğimi biliyordu. Onu bir seçenek kılığında, tam tersinin hemen yanına koyarak soru içinde sundu... Tuzağa düşürüldüm. Zıtlıkların tuzağı bu... Ya hep ya hicin, sizi, size sormadan mucadeleye dahil etmesi... Ya evde kimse yoksa? Biraz erken gitmişsem? Kapiyı açmasi gereken yaşlı kadın ben gelmeden hemen önce kalp krizi geçirip yere yığıldıysa... Hayır! O kapı acılmadı ve ben öldüm. Bitti!

Sarap-peynir, jazz-cumartesi gecesi, esmer bir ispanyol-uc kere ardı ardına, brokoli-limon... Bir arada olunca beni bendan alanlar... Her zaman olmak zorunda mı peki? Peyniri sadece şarapla tercih etmem, damağimda biraktiği tuzun yeterliliğiyle hoşnut olmam, yerini, az sonra hakkını verecek bir yudum şaraba bırakacak olmasıyla perçinlenir ama şarabı peynir var diye, peyniri şarapla gider diye seviyorsam, bana “peyniri seven birisidir” diyemez kimse, sokaklarda böyle cağrılamam. Dun gece azmışımdır, ya da azdırılmış, yorucu bir gecenin zevkli bir anısıdır o kadın, ama onu her zaman sevemem, isteyemem. Simdi gelse, “yazı yazıyorum, git” derim...

Dalgalanmalar içimde, o anın duygusu beni kendisine seçince... bir biçimde... biçimlenirim, isterim, istemem...

Eski bir arabada tanıştık... Uçaktan indiğimde servisin kalkmasına daha neredeyse bir saat vardı, bu tarafa gidiyormuşsam eğer, onlarla gidebilirmişim, sadece uc kişilermis ve bagajlari valizimin buyuklugundan sikayet etmezmis. Yanımda oturan, homurdayan , sigaranın mirasi sarı lekeli beyaz sakalı var, konuşurken cumlenin başında camdan dışarı bakıp, sonunda gözlerimde bitiriyor... Garip bir adam, babamdan buyuk. İğrenc bir ceketi var, kahverengi, sarı, dikey ve yatay çizgileri kareyi andıran. Göz yormuyor ama böyle bir erkeğin karşınızda soyunmasını katlanacağınız cinsten, yeter ki o ceket gözümün önünden kaybolsun. Neyse, beni bıraktıklarından 3 gün sonra bir barda karşılaştım, içkisi bitmek üzere, mırıldandı yine; ” bugün kimseyi sevmiyorum. Annem mezardan çıksa, kilo mu verdin deyip içkime devam ederim. Kusura bakma yabanci, yanıma oturamazsın.” Sevmek, sevmemek... Yine zorunlu şıklar... Yok mu bir arası, kişiden kişiye, kişinin tanıdığı kişiye göre değişen, bazen aynı kişiye karşı artan, ama kısa bir zaman sonra yok olan... Olamaz mı? Ya hep ya hiç mi yine? İstikrar uğruna duygulara yalan mi söylettireceğiz?

Kitap okumayı genelde severim. Bazı anlar olur, kitap okumak yerine masturbasyon yapmayı onurlu bir sey sanar pantolonumu indiririm... Yagmurlu havalarda sicak, dumanı üstünde gevrek bir pide beliriverse gözümün önünde, yağmurun hatrı var, o kitabı okurum. Pide soğur. Nedense ne zaman hastalansam, midem bulansa ya da grip olsam kitap okumak zul gelir, fena eder... Olmasın daha iyi der arkamı dönerim. Şimdi canınızı yakan o soruyu sormak icin hazırım; aynı şey insanlar hakkında da oluyor, peki biz neden yalan söylüyoruz? Suçluluk duyarız diye mi? Ölene kadar sevmek mi? Ayni ölçüde mi? Azalıp artışları, dalgalanmaları gözardı edip, sadece sevmek mi? Kabul edin, başka çareniz yok, insanin iç dünyası karmaşıktır, düzenli ve istikrarli bir sevgi, o duygu yoğunluğu her zaman aynı seviyede yaşanmaz, şarabın peynire yaptığını bira hayalinde göremez. Uygun zamanlarımız vardır, bilmemiz, tahmin etmemiz mümkün değil, bir insana hiç olmadığı kadar yaklaşmısızdır, sadece tenidir, o yumusak derisidir bizi tamamen birleşmekten alıkoyan.

Kimya dersindeyim, tenefüse yaklaşık yarim saat var ve arka sağ yanımda oturan kız bugun kalın çorap giymiş... Bu ders bitmez. ”Cok önemli çocuklar, sınavda sorarım...” Tahtada bir şey yazıyor, karışık,” allah belasını versin bu hocanin, not defterini bir çalabilsem”... ”iki sıvı tepkimeye girip birbirine karişabiliyorsa bu moleküllerinin uygunluğuna bağlıdır...” daha basit anlatamazdi, sanki bir avuç salak var karşısında... Tamam, bizden daha cok şey biliyor...

“O uygun zamanlarda sevgilim, dinle en sevdiğimiz şarkıyı, senin aradığın erkek oldugum zamanlar... gençtik... hırslarımız vardı ve iyi sevişirdik... o uygun zamanlarda sevgilim, daha cok seviyorsam seni, beni suçlaman cok zalimce olur, çünkü bazen daha da çoğalır bu içimdeki parçan, sevgim bir şeyler söylüyor duyuyor musun? Sadece ikimizin duyabileceği bir şarki bu... duyuyorsun sevgilim, çünkü güülüyor yüzün. Omuzlarim geniş, bakışlarım keskindi, sense narinliğinle rüzgarları çağırırdın yanımıza, gençtik sevgilim... arkadaslarının arasında öperdim, hatırlarsın... o uygun zamanlarda...” güzel sözler, pek bilinmez ama kadınlar kadar erkekler de bayılır sevilmeye, güzel şeyler işitmeye... tepki vermez, belli etmek istemez hoşuna gittiğinin, herkes de sanır ki, tatlı sözlerin ikna ettiği yılan dişi olmak zorundadır... Tersi de doğrudur; bazen sevmem bazen cok sevdiğimi... Sadece o uygun zamanlarda, o uygun miktarda sevmişimdir onu... Kitap gibi, peynir gibi, esmer gibi, jazz gibi... Ruhumun kıvamı soyler son sözü...

”Bugün seni sevmiyorum.”

“Dün cok sevmiştim ama bugün... bilmiyorum...”

“Dün sevdim diye şu anki duygumu yadsıyamam bebeğim, onun için kumandayı bana ver birazcık da ileride otur.”

denemeler#17 (19.09.10)

GEÇMİŞ-BEN-GELECEK


Geçmiş, sürekli birikmeye devam eden “Şimdi”lerdir ve her “Şimdi” danışmadan, davetsizce nüfuz eder insana. Bu ebedi geçişi durduramazsınız. Belki fizyolojik fonksiyonlarınız işlevsiz hale gelir ve toprakla kaynaşırsınız fakat geçiş bu sefer de bedeniniz için devam eder.

Kat be kat oluşturduğumuz yaşantılarımız ve onlardan bize kalmış duygular, tutkular ve düşünceler var. Her an sayısız parça birikmeye devam ediyor bizde. Küçük bir çocuğun kapı aralığından babasını dinlemesi, yeni yetmenin ilk kez toplum tarafından kabul edilmesinin verdiği öz-güven, büyümeye başlayan gencin aşk acısına karşı bulmaya çalıştığı panzehir olarak kadınları seks nesnesi olarak görmesi… Bunların hepsi “Ben”dir. Ama şu anda içinde bulunduğum durumuma “Ben” diyebiliyorsam, “ben kimim?” sorusunun karşısında tartışılmaz bir cevap varsa, bu, şüphesiz belleğimin geçmişi sürekli şimdiye iliklemesinden kaynaklanır. Geçmiş, “değiştirilemezlik”in en acısını ya da en tatlısını “Şimdi”ye miras bırakır. Zaten “Şimdi” dediğimiz, birazcık geçmişin tortusu birazcık geleceğin bilinmezliğiyle yoğrulmuş tazelik değil midir?

Zaman geçse de, insanın etrafındaki yaşam ona sormadan aksa da, “Ben”i harekete zorlayan, başka bir deyişle onu “kendi halinden memnunluk”tan alıp eyleme götüren, bir şeyler yapıp kendini gerçekleştirmesine zemin hazırlayan arzularıdır. Adam Phillips “Flört Üzerine”de arzuların işlevini yalın bir dille anlatmıştır. Keza Jung da (o, arzuyu duygu olarak kullanır) ego’nun ego-dışı nesneyle ilişkisindeki kabul veya ret inisiyatifine dikkat çekmiştir. Burada “Arzu”yu birazcık açmamız gerektiğinin farkındayım. Öncelikle bahsettiğim “Arzu” saf bir “Desire” değil. Zira Türkçedeki anlamıyla da kullanırsak aynı hataya düşeriz. “Arzu”, gerçek anlamından birazcık farklı olarak hem bilinçli olan isteği, hem de bilinmeyen ama bize kendini dayatan içsel bir zorlamayı içeriyor. Kısacası “Tutku (Passion)” yani tutulmak, tutkun olmak, yakalanmak, zapt edilmek gibi başka bir gücün üstümüzdeki egemenliğinin bizdeki edilgenliği ortaya çıkarması değil. Yalın bir anlatımla; dışsal bir zorlama değil, içsel bir güdülenmeyi temsil ediyor. Rollo May’in bu konudaki şu sözüne bakalım, “duygular (arzu anlamında), kendimizi dünyamızdaki anlamlı insanlarla iletişime sokma yolumuzdur.”


Öyleyse hızlı bir şekilde tekrar üstünden geçersek, geçmişin, duygularla, tutkularla, düşüncelerle bize bıraktığı bir “toplam” var. Bilincin yakalayıp zihne sundukları kadar bilincin altında kalan kısmından da (bilinçaltı) söz ediyorum aynı zamanda. Diğer yandan da, geleceğin güvensiz, tekinsiz ve kaygı verici belirsizliğinin mevcut “Şimdi”ye bıraktıklarından bahsediyorum. İşte tam bu anda –burası çok önemli- şimdi’nin hareketsizliği ve belirlenmemişliğiyle karşı karşıyayız. Bu atıl durumdan insanın ancak “Arzu”larıyla sıyrılabilmesi mümkün. Çünkü düşünceler tek başına ayaklanmazlar. Bir düşünce kendinden menkul enerjisiyle sürekli boşa çalışabilir, kendi üzerine dönebilir. Öyleyse arzu etmek için çaba sarfedecek eşref saatleri aramalıyız. Fatih’e İstanbul’u fethettiren katıksız düşüncesi değil, önüne geçilmez arzusudur. Diğer taraftan “Arzu”nun da tek başına eylemselliğe geçişi mümkün değil. Güzel bir kadın görürsünüz ve diyelim ki uzun, pürüzsüz bacakları bir anlık dikkatinizi çeker. İşte bu anda beden bir bilgisayar gibi olan biteni sorgularken bir yandan da içeride müthiş bir etkileşim gerçekleşir. Duygular, “hadi yapalım” “gidip bir şeyler içelim mi” demek isterken, düşünce, “hayır o komşumun kız kardeşi” diye ahkâm kesebilir. Bacakların güzelliği başka bir şeyin habercisi olarak bedenin libidosunda dalgalanmalar oluştururken başka bir tarafta, zevk almak için fırsatı kaçırmaması gereken “Ben”, düşünceyi tekrar çalıştırıp, “kimse görmez ki? Hem bundan komşuma ne?” diye tutturabilir. Evet bu çarpışmalar, etkileşimler bizden habersizce ya da haberli olarak devam eder ama bu anda hala kadının yanına gitmemişizdir. Yani geçmişin ve geleceğin naif ve sevecen çocuğu olan “şimdi” hâlihazırda “hareket”le kutsanmamıştır. Son noktayı savaşın galibi belirler, diğer bir deyişle düşüncenin, duygunun, tutkunun güçleri çarpışır, uzlaşmalar olur ve “Arzu” nihayet şimdiden geleceğe doğru bir köprü kurar; gider tanışırız. Ya da ahlaklı davranma arzumuz ağır basar başımızı çeviririz. Öyle ya da böyle şimdi ile gelecek arasında arzulu bir mesafe vardır artık.

Biliyorum örnek üzerinden fazla gittim ama kelimeleri anlatılmak istenenin hizmetine sokmak istiyorsak örneklerden yararlanmak gerekiyor. Arzunun kurduğu köprü bize gelecek için eyleme girme kuvveti verir. Ve bu köprünün mimarı düşünceyse onu işlevsel hale getirip karşıya geçilmeyle taçlandıracak olan da “Arzu”dur. Artık bir amacımız vardır. Hatta bazen kendimize koyduğumuz amaç o denli hayati olur ki, demin bahsettiğim içsel etkileşimde galip gelenin baskınlığı yeni bir “Ben” bile yaratabilir. Diğer bir deyişle, çok güçlü bir “Arzu” ile belirlenen şey “Ben”in yerine geçebilir. Eski ahitte İbrahim’in imanının kanıtı için tanrısına İshak’ı kurban etme isteğinde de aynı şeyi görebiliriz. Artık o İbrahim değildir, o bir düşünce, o bir amaç olmuştur. Sonsuz evrene kendi ismini bırakan birçok dâhide de aynı şeye rastlarız. Spinoza’ya “Ethica’yı bitirebilmek” denilebilir. Bir insan bir fiile dönüşebilir çünkü. Misal Peter adında bir yetişkin patronunu öldürmek istiyor. Bunu o kadar çok arzu ediyor ki artık o, Peter değil, “maktulü katletmek”tir. Sanıyorum anlaşıldı.

“Arzu”nun hayatın anlamını belirlediği bu zeminde Nietzsche dikkati köprünün ucundakine değil bizzat köprüye çeker. “Arzu edilenden çok arzu etmeye aşığızdır” lafı bunu çok iyi anlatır. Spinoza’dan suyu donduran bir alıntı yapmak istiyorum; “Bir şey iyi diye onu sevmeyiz, bir şeyi sevdiğimiz için o iyidir.” Bu laf ne demektir biliyor musunuz? Modern kültürde inandığımız çoğu şeyi baş aşağı etmektir. Hepsinin foyasının meydana çıkmasıdır. Yani geçmiş-gelecek çizgisinin şimdi’yi belirlemesinde, “Ben”in içinde cereyan eden duygu, düşünce, tutku mücadelelerinin galibinin ortaya bir “eylem planı” çıkarması ve kişinin bu plana uyacak bir nesne bulmasıdır. Bakın bu çok önemli, çünkü biz genelde hissettiklerimizin karşımızdaki kişiden bize geldiğini düşünürüz. Bu bizi edilgen yapar. Fakat şimdiye kadar söylediklerim ve Spinoza’nın işaret ettiği nokta, bu alışkanlığımızı tamamen değiştirerek vurguyu ötekinden “Ben”e yöneltecektir. Ve hepimiz biliyoruz ki kendimizde olanı değiştirme şansımız karşıdakinde olduğunu düşündüğümüzden hayli fazladır. Sözgelimi “Oedipus kompleksi”nde de benzeri görülen, baskın olmayan bir babanın yanında çok sevgi veren bir anne olduğunda, o ailede yetişen çocuğun ileriki yıllarda karşı cinsiyle olan ilişkilerinde bağlanma sorunu yaşadığını düşünelim. Bu çocuk kendi bağlanma sorununu büyük olasılıkla karşısına çıkan kadınlarda bir şey bulamadığı yönünde akılcılaştırabilir Ve bağlanma sorununu düzelteceğini düşündüğü o “rüyalarının kadını”nı bulmak için bir sürü iyi fırsatı tepmekten imtina etmez.

Kısacası demek istediğim, arzularımız bizi geleceğe doğru güvenli bir şekilde ittirirken köprünün ucundaki şey, ulaşmak isteğimiz amaç (örneğe göre âşık olunan kadın, tutulan parti vs) “Ben”den çıkan bir “eylem planı”na göre şekillenir. Yine bir kişi geçmişten kaçmak için gelecekten umutlanırken, gelecekten korktuğunda ise kendisine sınırlar koyarak içe kapanabilir, hatta geçmişe yönelip “şimdi”sini geçmişleştirebilir. Ezcümle, bizi eyleme geçiren arzularımızdır ve arzu nesnelerimizden çok arzulamalardan etkileniriz. Arzu nesnesinin bize yaşattıkları onun özelliği değildir, biz sadece duygusal halimize uyacak nesneler ararız. Olan biten “Ben”dedir.

denemeler#16 (06.09.10)


CENNET'TEN KOVULUŞ YA DA "EXODUS"
Bir zamanlar, evren daha varlığa gelmemişken iki insan cennette mutlu ve sonsuz doyumla yaşıyorlardı. Tanrılarıyla bir, birbirleriyle mutlu, mutluluklarından emin. Duyguları ve duyuları mutlak tatmin içinde sürüp giderken, yasak meyve’nin cazibesi akıllarına bir kıvılcım çaktırdı. Daha önce edilgendi zihinleri. Birbirinden farklı görüntülerle, imgelerle doluydu ama özne olarak buna müdahale eden, aklı kontrol eden düşünce henüz saklıydı. Kıvılcım anında “ilk düşünce” zuhur etti. “Big bang” gibi tıpkı. Bir bakıma soruyla başladı her şey; hevesli bir “Niye” den sonra aktı sular. İnsan düşünmeye, zihnini kendi düşüncesiyle çevirme yetkinliğine erdi. Sorusu sorulmaz cevapların âleminde, düpedüz isyandı bu. Tanrı ne yüklerse zihin onu almalıydı, kendinden menkul bir düşünce nankörlüktü. İnsan bilerek özgür oldu. Kovuldu cennetten. Kutsal kitaplarda olayların akışı değişiklik gösterse de meselenin özü budur. Bazılarında Âdem yaratmıştır ilk bilgiyi, Havva arkasından sökün eder ve dünyaya gelirler. Bazılarında ve yine Sümer, Mısır mitolojilerinde de benzeri bulunduğu üzere, dünyaya gelen Âdem’in yalnızlığı, Tanrı’nın acımasıyla Havva’yı ademin kaburga kemiğinden çıkartır.


Her neyse, sonuç olarak Âdem ve Havva dünyadadır. Özgürdürler. Mutlak doyum içinde, güvenlik ve korkusuzluk içinde yaşarlarken, iradeleriyle özgürlüğü seçmeleri onları bu nimetlerden azade bırakmıştır. İnsan dünyada bigânedir artık. Muazzam bir doğanın içinde, onunla ilişik ama farklı. Korkak, çünkü güvende değil. Güvende değil, çünkü güçsüz. Tanrı’yla arasında aşması gereken bir dünya ve önünde savaşarak, kendi düşüncesini terbiye ederek ulaşması gereken bir amaç. Özgürlüğün insan bahşettiği düşünce, ya da düşüncenin insanı özgür yapması bir tarafta, kaygı, güçsüzlük, ne yapacağını bilememek, acizlik de diğer tarafta. İki taraflı, iki yönlü, iki boyutlu bir insan. Zamansızlıktan zamansallığa geçiş anındayız aynı zamanda.


17 yüzyıl düşüncesi insanı iradeyle tanımlamayı çok sever. Tabii o günün Avrupa’sında insanın kilisenin saltık otoritesinden çıkıp, kendi başına bir şey yapabileceğine inanmak gerekiyordu. Bunu irade sağladı. İrade daima aklın tarafına meyletmeliydi ki dogmaların karanlığı aydınlığa mahkûm olsun. Bir yanda duygular, diğer yanda yanlış, saçma sapan düşünceler. Ama insanda tanrı’nın lütfettiği kutsal bir yön vardı; irade. Doğruyu yanlışı seçebilecek olan tek şeyi iradesiydi. Bilgiler öğretilmeliydi, papazlar her şey anlatmalıydı, yasalar şu suçtur demeliydi. Ama son söz insandaydı. Bir bakıma günümüz modern devlet, hatta hukuk sistemimiz bu ön kabul üzerine neşet etmiştir. İrade yoksa suç yoktur. Paul’un iradesi hırsızlığı seçmeseydi, onu hapse atmak kadar atmamak da makul olurdu.


İradenin karşısında ise zorunluluk vardır. “Her şeyin olması gerektiği gibi olması”. Zorunluluk, insanın üzerindeki yükü şefkatli bir anne gibi, o henüz uykusundayken alır. Her şeyin bir nedeni vardır. Ama insan bu nedensel çarka hiçbir zaman çomak sokamaz. İradesi yoktur zira. Serbest kılınmamıştır. Sırf özgürlük de korkunçtur, büyük bir sorumluluk altına girer insan. Sartre’ın “bulantı”sıdır bu ya da Heidegger’ın “fırtlatılmışlık”ında gizlidir bu anlam. Salt zorunluluk da bütün sistemi kaosa çevirebilir. Belki de insan yaratmaya, düşünmeye, dünyayı değiştirmeye bile yeltenmeyecektir o zaman. Kendi çıkarları uğruna başkasını hiçe saymak zorunluluk altında kabul edilirse dünya savaş alanı olmaya pek müsait olacaktır. Bu yüzden çoğu dinde ve normatif sistemde hep aynı uzlaştırma göze çarpar. Zorunluluk vardır, insanın seçemediği, aklının ermediği şeyler. Sadece mutlak varlıktan (Tanrı) zuhur eden, onun erkine tâbi. Topluma câzip bir afyondur bu. Ama bir yandan da toplumsal sistem için olmazsa olmaz koşul, “irade” olmalıdır. Tabiri caizse, bir arabanın arkasına iple bağlı bir köpeğin özgürlüğü layık görülmüştür insana. Konu dağılmaya, oraya buraya dallanmaya çok müsait, bu yüzden sadede gelmeliyiz bir an önce. Öyle ya da böyle, irade varsayımını veya zorunluluğu kabul etsek bile değişmeyen bir şey var; cennetten kovulduk. İçimizde belki de hep o kovulmuşluktan, Tanrının elinin tersini görmüş olmaktan kaynaklanan incinmişlik, kaygı, yalıtılmışlık ve hüzün var. Bunları atlatıp yolumuza devam etmek için ilaçlar alıyoruz, bazılarını psikiyatristler veriyor, bazılarını biz kendimiz icat ediyoruz, aşk, ulus, aile, mülkiyet vesaire.


Hep o bütünlüğe, bölünmemişliğe dönebilmek adına har vurup harman savuruyoruz zamanı. Boşluğu doldurursak tam takım insan olacağımıza dair güçlü beklentilerimiz ve inançlarımız var. Her ne kadar Einstein hatırlattıysa da şunu unutuyoruz; “Tanrı zar atmaz”. Kovulduysak, kapı yüzümüze bir kere kapandıysa, bitmiş gitmiştir. Geriye dönüş yoktur artık. Tanrı vazgeçmez. Zirâ vazgeçmek, mükemmel bir fikre her zaman gölge düşürür. Diğer bir deyişle Tanrı’nın hükmü henüz daha en baştan vazgeçilmeyi dışlar. Vazgeçmek Tanrıya yakışmaz. Ama bizim vazgeçmemiz lazım. Bizim payımızda mükemmellik, olmuşluk yoktur. Bütünün küçük, güvensiz bir parçasıyızdır. Sürekli aynı uğraşı vermekten vazgeçmeliyiz. O boşluk kapanmaz. Onunla uğraşmaktan başka şeyler yapamayan, sürekli kendimizle ilgilenen bireyler haline geliyoruz. Fark etmiyor muyuz, sürekli başladığımız noktaya geldiğimizi. Hangi şeytanın lanetidir bu. Yoksa Sisifos’un yazgısına mı ortak olduk bilmeden.


Sisifos, tanrı tarafından bir cezaya çarptırılmıştır; dik bir tepeye kocaman bir kayayı çıkarması gerekmektedir. Ama tepenin ucuna her yaklaştığında kaya elinden kayar. Sonsuza kadar aynı şey tekrarlanacaktır. Bu döngüden sıyrılmak için kovulmuşluğu kabullenmemiz gerekiyor. Belki de Sisifos gibi boş çabalardan vazgeçip yola devam edersek özgürlüğümüze layık olacağız.