Kat be kat oluşturduğumuz yaşantılarımız ve onlardan bize kalmış duygular, tutkular ve düşünceler var. Her an sayısız parça birikmeye devam ediyor bizde. Küçük bir çocuğun kapı aralığından babasını dinlemesi, yeni yetmenin ilk kez toplum tarafından kabul edilmesinin verdiği öz-güven, büyümeye başlayan gencin aşk acısına karşı bulmaya çalıştığı panzehir olarak kadınları seks nesnesi olarak görmesi… Bunların hepsi “Ben”dir. Ama şu anda içinde bulunduğum durumuma “Ben” diyebiliyorsam, “ben kimim?” sorusunun karşısında tartışılmaz bir cevap varsa, bu, şüphesiz belleğimin geçmişi sürekli şimdiye iliklemesinden kaynaklanır. Geçmiş, “değiştirilemezlik”in en acısını ya da en tatlısını “Şimdi”ye miras bırakır. Zaten “Şimdi” dediğimiz, birazcık geçmişin tortusu birazcık geleceğin bilinmezliğiyle yoğrulmuş tazelik değil midir?
Zaman geçse de, insanın etrafındaki yaşam ona sormadan aksa da, “Ben”i harekete zorlayan, başka bir deyişle onu “kendi halinden memnunluk”tan alıp eyleme götüren, bir şeyler yapıp kendini gerçekleştirmesine zemin hazırlayan arzularıdır. Adam Phillips “Flört Üzerine”de arzuların işlevini yalın bir dille anlatmıştır. Keza Jung da (o, arzuyu duygu olarak kullanır) ego’nun ego-dışı nesneyle ilişkisindeki kabul veya ret inisiyatifine dikkat çekmiştir. Burada “Arzu”yu birazcık açmamız gerektiğinin farkındayım. Öncelikle bahsettiğim “Arzu” saf bir “Desire” değil. Zira Türkçedeki anlamıyla da kullanırsak aynı hataya düşeriz. “Arzu”, gerçek anlamından birazcık farklı olarak hem bilinçli olan isteği, hem de bilinmeyen ama bize kendini dayatan içsel bir zorlamayı içeriyor. Kısacası “Tutku (Passion)” yani tutulmak, tutkun olmak, yakalanmak, zapt edilmek gibi başka bir gücün üstümüzdeki egemenliğinin bizdeki edilgenliği ortaya çıkarması değil. Yalın bir anlatımla; dışsal bir zorlama değil, içsel bir güdülenmeyi temsil ediyor. Rollo May’in bu konudaki şu sözüne bakalım, “duygular (arzu anlamında), kendimizi dünyamızdaki anlamlı insanlarla iletişime sokma yolumuzdur.”

Biliyorum örnek üzerinden fazla gittim ama kelimeleri anlatılmak istenenin hizmetine sokmak istiyorsak örneklerden yararlanmak gerekiyor. Arzunun kurduğu köprü bize gelecek için eyleme girme kuvveti verir. Ve bu köprünün mimarı düşünceyse onu işlevsel hale getirip karşıya geçilmeyle taçlandıracak olan da “Arzu”dur. Artık bir amacımız vardır. Hatta bazen kendimize koyduğumuz amaç o denli hayati olur ki, demin bahsettiğim içsel etkileşimde galip gelenin baskınlığı yeni bir “Ben” bile yaratabilir. Diğer bir deyişle, çok güçlü bir “Arzu” ile belirlenen şey “Ben”in yerine geçebilir. Eski ahitte İbrahim’in imanının kanıtı için tanrısına İshak’ı kurban etme isteğinde de aynı şeyi görebiliriz. Artık o İbrahim değildir, o bir düşünce, o bir amaç olmuştur. Sonsuz evrene kendi ismini bırakan birçok dâhide de aynı şeye rastlarız. Spinoza’ya “Ethica’yı bitirebilmek” denilebilir. Bir insan bir fiile dönüşebilir çünkü. Misal Peter adında bir yetişkin patronunu öldürmek istiyor. Bunu o kadar çok arzu ediyor ki artık o, Peter değil, “maktulü katletmek”tir. Sanıyorum anlaşıldı.
“Arzu”nun hayatın anlamını belirlediği bu zeminde Nietzsche dikkati köprünün ucundakine değil bizzat köprüye çeker. “Arzu edilenden çok arzu etmeye aşığızdır” lafı bunu çok iyi anlatır. Spinoza’dan suyu donduran bir alıntı yapmak istiyorum; “Bir şey iyi diye onu sevmeyiz, bir şeyi sevdiğimiz için o iyidir.” Bu laf ne demektir biliyor musunuz? Modern kültürde inandığımız çoğu şeyi baş aşağı etmektir. Hepsinin foyasının meydana çıkmasıdır. Yani geçmiş-gelecek çizgisinin şimdi’yi belirlemesinde, “Ben”in içinde cereyan eden duygu, düşünce, tutku mücadelelerinin galibinin ortaya bir “eylem planı” çıkarması ve kişinin bu plana uyacak bir nesne bulmasıdır. Bakın bu çok önemli, çünkü biz genelde hissettiklerimizin karşımızdaki kişiden bize geldiğini düşünürüz. Bu bizi edilgen yapar. Fakat şimdiye kadar söylediklerim ve Spinoza’nın işaret ettiği nokta, bu alışkanlığımızı tamamen değiştirerek vurguyu ötekinden “Ben”e yöneltecektir. Ve hepimiz biliyoruz ki kendimizde olanı değiştirme şansımız karşıdakinde olduğunu düşündüğümüzden hayli fazladır. Sözgelimi “Oedipus kompleksi”nde de benzeri görülen, baskın olmayan bir babanın yanında çok sevgi veren bir anne olduğunda, o ailede yetişen çocuğun ileriki yıllarda karşı cinsiyle olan ilişkilerinde bağlanma sorunu yaşadığını düşünelim. Bu çocuk kendi bağlanma sorununu büyük olasılıkla karşısına çıkan kadınlarda bir şey bulamadığı yönünde akılcılaştırabilir Ve bağlanma sorununu düzelteceğini düşündüğü o “rüyalarının kadını”nı bulmak için bir sürü iyi fırsatı tepmekten imtina etmez.
Kısacası demek istediğim, arzularımız bizi geleceğe doğru güvenli bir şekilde ittirirken köprünün ucundaki şey, ulaşmak isteğimiz amaç (örneğe göre âşık olunan kadın, tutulan parti vs) “Ben”den çıkan bir “eylem planı”na göre şekillenir. Yine bir kişi geçmişten kaçmak için gelecekten umutlanırken, gelecekten korktuğunda ise kendisine sınırlar koyarak içe kapanabilir, hatta geçmişe yönelip “şimdi”sini geçmişleştirebilir. Ezcümle, bizi eyleme geçiren arzularımızdır ve arzu nesnelerimizden çok arzulamalardan etkileniriz. Arzu nesnesinin bize yaşattıkları onun özelliği değildir, biz sadece duygusal halimize uyacak nesneler ararız. Olan biten “Ben”dedir.