left kanilski | yazmak, kendine alışamamaktır!: denemeler


denemeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
denemeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

denemeler#17 (19.09.10)

GEÇMİŞ-BEN-GELECEK


Geçmiş, sürekli birikmeye devam eden “Şimdi”lerdir ve her “Şimdi” danışmadan, davetsizce nüfuz eder insana. Bu ebedi geçişi durduramazsınız. Belki fizyolojik fonksiyonlarınız işlevsiz hale gelir ve toprakla kaynaşırsınız fakat geçiş bu sefer de bedeniniz için devam eder.

Kat be kat oluşturduğumuz yaşantılarımız ve onlardan bize kalmış duygular, tutkular ve düşünceler var. Her an sayısız parça birikmeye devam ediyor bizde. Küçük bir çocuğun kapı aralığından babasını dinlemesi, yeni yetmenin ilk kez toplum tarafından kabul edilmesinin verdiği öz-güven, büyümeye başlayan gencin aşk acısına karşı bulmaya çalıştığı panzehir olarak kadınları seks nesnesi olarak görmesi… Bunların hepsi “Ben”dir. Ama şu anda içinde bulunduğum durumuma “Ben” diyebiliyorsam, “ben kimim?” sorusunun karşısında tartışılmaz bir cevap varsa, bu, şüphesiz belleğimin geçmişi sürekli şimdiye iliklemesinden kaynaklanır. Geçmiş, “değiştirilemezlik”in en acısını ya da en tatlısını “Şimdi”ye miras bırakır. Zaten “Şimdi” dediğimiz, birazcık geçmişin tortusu birazcık geleceğin bilinmezliğiyle yoğrulmuş tazelik değil midir?

Zaman geçse de, insanın etrafındaki yaşam ona sormadan aksa da, “Ben”i harekete zorlayan, başka bir deyişle onu “kendi halinden memnunluk”tan alıp eyleme götüren, bir şeyler yapıp kendini gerçekleştirmesine zemin hazırlayan arzularıdır. Adam Phillips “Flört Üzerine”de arzuların işlevini yalın bir dille anlatmıştır. Keza Jung da (o, arzuyu duygu olarak kullanır) ego’nun ego-dışı nesneyle ilişkisindeki kabul veya ret inisiyatifine dikkat çekmiştir. Burada “Arzu”yu birazcık açmamız gerektiğinin farkındayım. Öncelikle bahsettiğim “Arzu” saf bir “Desire” değil. Zira Türkçedeki anlamıyla da kullanırsak aynı hataya düşeriz. “Arzu”, gerçek anlamından birazcık farklı olarak hem bilinçli olan isteği, hem de bilinmeyen ama bize kendini dayatan içsel bir zorlamayı içeriyor. Kısacası “Tutku (Passion)” yani tutulmak, tutkun olmak, yakalanmak, zapt edilmek gibi başka bir gücün üstümüzdeki egemenliğinin bizdeki edilgenliği ortaya çıkarması değil. Yalın bir anlatımla; dışsal bir zorlama değil, içsel bir güdülenmeyi temsil ediyor. Rollo May’in bu konudaki şu sözüne bakalım, “duygular (arzu anlamında), kendimizi dünyamızdaki anlamlı insanlarla iletişime sokma yolumuzdur.”


Öyleyse hızlı bir şekilde tekrar üstünden geçersek, geçmişin, duygularla, tutkularla, düşüncelerle bize bıraktığı bir “toplam” var. Bilincin yakalayıp zihne sundukları kadar bilincin altında kalan kısmından da (bilinçaltı) söz ediyorum aynı zamanda. Diğer yandan da, geleceğin güvensiz, tekinsiz ve kaygı verici belirsizliğinin mevcut “Şimdi”ye bıraktıklarından bahsediyorum. İşte tam bu anda –burası çok önemli- şimdi’nin hareketsizliği ve belirlenmemişliğiyle karşı karşıyayız. Bu atıl durumdan insanın ancak “Arzu”larıyla sıyrılabilmesi mümkün. Çünkü düşünceler tek başına ayaklanmazlar. Bir düşünce kendinden menkul enerjisiyle sürekli boşa çalışabilir, kendi üzerine dönebilir. Öyleyse arzu etmek için çaba sarfedecek eşref saatleri aramalıyız. Fatih’e İstanbul’u fethettiren katıksız düşüncesi değil, önüne geçilmez arzusudur. Diğer taraftan “Arzu”nun da tek başına eylemselliğe geçişi mümkün değil. Güzel bir kadın görürsünüz ve diyelim ki uzun, pürüzsüz bacakları bir anlık dikkatinizi çeker. İşte bu anda beden bir bilgisayar gibi olan biteni sorgularken bir yandan da içeride müthiş bir etkileşim gerçekleşir. Duygular, “hadi yapalım” “gidip bir şeyler içelim mi” demek isterken, düşünce, “hayır o komşumun kız kardeşi” diye ahkâm kesebilir. Bacakların güzelliği başka bir şeyin habercisi olarak bedenin libidosunda dalgalanmalar oluştururken başka bir tarafta, zevk almak için fırsatı kaçırmaması gereken “Ben”, düşünceyi tekrar çalıştırıp, “kimse görmez ki? Hem bundan komşuma ne?” diye tutturabilir. Evet bu çarpışmalar, etkileşimler bizden habersizce ya da haberli olarak devam eder ama bu anda hala kadının yanına gitmemişizdir. Yani geçmişin ve geleceğin naif ve sevecen çocuğu olan “şimdi” hâlihazırda “hareket”le kutsanmamıştır. Son noktayı savaşın galibi belirler, diğer bir deyişle düşüncenin, duygunun, tutkunun güçleri çarpışır, uzlaşmalar olur ve “Arzu” nihayet şimdiden geleceğe doğru bir köprü kurar; gider tanışırız. Ya da ahlaklı davranma arzumuz ağır basar başımızı çeviririz. Öyle ya da böyle şimdi ile gelecek arasında arzulu bir mesafe vardır artık.

Biliyorum örnek üzerinden fazla gittim ama kelimeleri anlatılmak istenenin hizmetine sokmak istiyorsak örneklerden yararlanmak gerekiyor. Arzunun kurduğu köprü bize gelecek için eyleme girme kuvveti verir. Ve bu köprünün mimarı düşünceyse onu işlevsel hale getirip karşıya geçilmeyle taçlandıracak olan da “Arzu”dur. Artık bir amacımız vardır. Hatta bazen kendimize koyduğumuz amaç o denli hayati olur ki, demin bahsettiğim içsel etkileşimde galip gelenin baskınlığı yeni bir “Ben” bile yaratabilir. Diğer bir deyişle, çok güçlü bir “Arzu” ile belirlenen şey “Ben”in yerine geçebilir. Eski ahitte İbrahim’in imanının kanıtı için tanrısına İshak’ı kurban etme isteğinde de aynı şeyi görebiliriz. Artık o İbrahim değildir, o bir düşünce, o bir amaç olmuştur. Sonsuz evrene kendi ismini bırakan birçok dâhide de aynı şeye rastlarız. Spinoza’ya “Ethica’yı bitirebilmek” denilebilir. Bir insan bir fiile dönüşebilir çünkü. Misal Peter adında bir yetişkin patronunu öldürmek istiyor. Bunu o kadar çok arzu ediyor ki artık o, Peter değil, “maktulü katletmek”tir. Sanıyorum anlaşıldı.

“Arzu”nun hayatın anlamını belirlediği bu zeminde Nietzsche dikkati köprünün ucundakine değil bizzat köprüye çeker. “Arzu edilenden çok arzu etmeye aşığızdır” lafı bunu çok iyi anlatır. Spinoza’dan suyu donduran bir alıntı yapmak istiyorum; “Bir şey iyi diye onu sevmeyiz, bir şeyi sevdiğimiz için o iyidir.” Bu laf ne demektir biliyor musunuz? Modern kültürde inandığımız çoğu şeyi baş aşağı etmektir. Hepsinin foyasının meydana çıkmasıdır. Yani geçmiş-gelecek çizgisinin şimdi’yi belirlemesinde, “Ben”in içinde cereyan eden duygu, düşünce, tutku mücadelelerinin galibinin ortaya bir “eylem planı” çıkarması ve kişinin bu plana uyacak bir nesne bulmasıdır. Bakın bu çok önemli, çünkü biz genelde hissettiklerimizin karşımızdaki kişiden bize geldiğini düşünürüz. Bu bizi edilgen yapar. Fakat şimdiye kadar söylediklerim ve Spinoza’nın işaret ettiği nokta, bu alışkanlığımızı tamamen değiştirerek vurguyu ötekinden “Ben”e yöneltecektir. Ve hepimiz biliyoruz ki kendimizde olanı değiştirme şansımız karşıdakinde olduğunu düşündüğümüzden hayli fazladır. Sözgelimi “Oedipus kompleksi”nde de benzeri görülen, baskın olmayan bir babanın yanında çok sevgi veren bir anne olduğunda, o ailede yetişen çocuğun ileriki yıllarda karşı cinsiyle olan ilişkilerinde bağlanma sorunu yaşadığını düşünelim. Bu çocuk kendi bağlanma sorununu büyük olasılıkla karşısına çıkan kadınlarda bir şey bulamadığı yönünde akılcılaştırabilir Ve bağlanma sorununu düzelteceğini düşündüğü o “rüyalarının kadını”nı bulmak için bir sürü iyi fırsatı tepmekten imtina etmez.

Kısacası demek istediğim, arzularımız bizi geleceğe doğru güvenli bir şekilde ittirirken köprünün ucundaki şey, ulaşmak isteğimiz amaç (örneğe göre âşık olunan kadın, tutulan parti vs) “Ben”den çıkan bir “eylem planı”na göre şekillenir. Yine bir kişi geçmişten kaçmak için gelecekten umutlanırken, gelecekten korktuğunda ise kendisine sınırlar koyarak içe kapanabilir, hatta geçmişe yönelip “şimdi”sini geçmişleştirebilir. Ezcümle, bizi eyleme geçiren arzularımızdır ve arzu nesnelerimizden çok arzulamalardan etkileniriz. Arzu nesnesinin bize yaşattıkları onun özelliği değildir, biz sadece duygusal halimize uyacak nesneler ararız. Olan biten “Ben”dedir.

denemeler#16 (06.09.10)


CENNET'TEN KOVULUŞ YA DA "EXODUS"
Bir zamanlar, evren daha varlığa gelmemişken iki insan cennette mutlu ve sonsuz doyumla yaşıyorlardı. Tanrılarıyla bir, birbirleriyle mutlu, mutluluklarından emin. Duyguları ve duyuları mutlak tatmin içinde sürüp giderken, yasak meyve’nin cazibesi akıllarına bir kıvılcım çaktırdı. Daha önce edilgendi zihinleri. Birbirinden farklı görüntülerle, imgelerle doluydu ama özne olarak buna müdahale eden, aklı kontrol eden düşünce henüz saklıydı. Kıvılcım anında “ilk düşünce” zuhur etti. “Big bang” gibi tıpkı. Bir bakıma soruyla başladı her şey; hevesli bir “Niye” den sonra aktı sular. İnsan düşünmeye, zihnini kendi düşüncesiyle çevirme yetkinliğine erdi. Sorusu sorulmaz cevapların âleminde, düpedüz isyandı bu. Tanrı ne yüklerse zihin onu almalıydı, kendinden menkul bir düşünce nankörlüktü. İnsan bilerek özgür oldu. Kovuldu cennetten. Kutsal kitaplarda olayların akışı değişiklik gösterse de meselenin özü budur. Bazılarında Âdem yaratmıştır ilk bilgiyi, Havva arkasından sökün eder ve dünyaya gelirler. Bazılarında ve yine Sümer, Mısır mitolojilerinde de benzeri bulunduğu üzere, dünyaya gelen Âdem’in yalnızlığı, Tanrı’nın acımasıyla Havva’yı ademin kaburga kemiğinden çıkartır.


Her neyse, sonuç olarak Âdem ve Havva dünyadadır. Özgürdürler. Mutlak doyum içinde, güvenlik ve korkusuzluk içinde yaşarlarken, iradeleriyle özgürlüğü seçmeleri onları bu nimetlerden azade bırakmıştır. İnsan dünyada bigânedir artık. Muazzam bir doğanın içinde, onunla ilişik ama farklı. Korkak, çünkü güvende değil. Güvende değil, çünkü güçsüz. Tanrı’yla arasında aşması gereken bir dünya ve önünde savaşarak, kendi düşüncesini terbiye ederek ulaşması gereken bir amaç. Özgürlüğün insan bahşettiği düşünce, ya da düşüncenin insanı özgür yapması bir tarafta, kaygı, güçsüzlük, ne yapacağını bilememek, acizlik de diğer tarafta. İki taraflı, iki yönlü, iki boyutlu bir insan. Zamansızlıktan zamansallığa geçiş anındayız aynı zamanda.


17 yüzyıl düşüncesi insanı iradeyle tanımlamayı çok sever. Tabii o günün Avrupa’sında insanın kilisenin saltık otoritesinden çıkıp, kendi başına bir şey yapabileceğine inanmak gerekiyordu. Bunu irade sağladı. İrade daima aklın tarafına meyletmeliydi ki dogmaların karanlığı aydınlığa mahkûm olsun. Bir yanda duygular, diğer yanda yanlış, saçma sapan düşünceler. Ama insanda tanrı’nın lütfettiği kutsal bir yön vardı; irade. Doğruyu yanlışı seçebilecek olan tek şeyi iradesiydi. Bilgiler öğretilmeliydi, papazlar her şey anlatmalıydı, yasalar şu suçtur demeliydi. Ama son söz insandaydı. Bir bakıma günümüz modern devlet, hatta hukuk sistemimiz bu ön kabul üzerine neşet etmiştir. İrade yoksa suç yoktur. Paul’un iradesi hırsızlığı seçmeseydi, onu hapse atmak kadar atmamak da makul olurdu.


İradenin karşısında ise zorunluluk vardır. “Her şeyin olması gerektiği gibi olması”. Zorunluluk, insanın üzerindeki yükü şefkatli bir anne gibi, o henüz uykusundayken alır. Her şeyin bir nedeni vardır. Ama insan bu nedensel çarka hiçbir zaman çomak sokamaz. İradesi yoktur zira. Serbest kılınmamıştır. Sırf özgürlük de korkunçtur, büyük bir sorumluluk altına girer insan. Sartre’ın “bulantı”sıdır bu ya da Heidegger’ın “fırtlatılmışlık”ında gizlidir bu anlam. Salt zorunluluk da bütün sistemi kaosa çevirebilir. Belki de insan yaratmaya, düşünmeye, dünyayı değiştirmeye bile yeltenmeyecektir o zaman. Kendi çıkarları uğruna başkasını hiçe saymak zorunluluk altında kabul edilirse dünya savaş alanı olmaya pek müsait olacaktır. Bu yüzden çoğu dinde ve normatif sistemde hep aynı uzlaştırma göze çarpar. Zorunluluk vardır, insanın seçemediği, aklının ermediği şeyler. Sadece mutlak varlıktan (Tanrı) zuhur eden, onun erkine tâbi. Topluma câzip bir afyondur bu. Ama bir yandan da toplumsal sistem için olmazsa olmaz koşul, “irade” olmalıdır. Tabiri caizse, bir arabanın arkasına iple bağlı bir köpeğin özgürlüğü layık görülmüştür insana. Konu dağılmaya, oraya buraya dallanmaya çok müsait, bu yüzden sadede gelmeliyiz bir an önce. Öyle ya da böyle, irade varsayımını veya zorunluluğu kabul etsek bile değişmeyen bir şey var; cennetten kovulduk. İçimizde belki de hep o kovulmuşluktan, Tanrının elinin tersini görmüş olmaktan kaynaklanan incinmişlik, kaygı, yalıtılmışlık ve hüzün var. Bunları atlatıp yolumuza devam etmek için ilaçlar alıyoruz, bazılarını psikiyatristler veriyor, bazılarını biz kendimiz icat ediyoruz, aşk, ulus, aile, mülkiyet vesaire.


Hep o bütünlüğe, bölünmemişliğe dönebilmek adına har vurup harman savuruyoruz zamanı. Boşluğu doldurursak tam takım insan olacağımıza dair güçlü beklentilerimiz ve inançlarımız var. Her ne kadar Einstein hatırlattıysa da şunu unutuyoruz; “Tanrı zar atmaz”. Kovulduysak, kapı yüzümüze bir kere kapandıysa, bitmiş gitmiştir. Geriye dönüş yoktur artık. Tanrı vazgeçmez. Zirâ vazgeçmek, mükemmel bir fikre her zaman gölge düşürür. Diğer bir deyişle Tanrı’nın hükmü henüz daha en baştan vazgeçilmeyi dışlar. Vazgeçmek Tanrıya yakışmaz. Ama bizim vazgeçmemiz lazım. Bizim payımızda mükemmellik, olmuşluk yoktur. Bütünün küçük, güvensiz bir parçasıyızdır. Sürekli aynı uğraşı vermekten vazgeçmeliyiz. O boşluk kapanmaz. Onunla uğraşmaktan başka şeyler yapamayan, sürekli kendimizle ilgilenen bireyler haline geliyoruz. Fark etmiyor muyuz, sürekli başladığımız noktaya geldiğimizi. Hangi şeytanın lanetidir bu. Yoksa Sisifos’un yazgısına mı ortak olduk bilmeden.


Sisifos, tanrı tarafından bir cezaya çarptırılmıştır; dik bir tepeye kocaman bir kayayı çıkarması gerekmektedir. Ama tepenin ucuna her yaklaştığında kaya elinden kayar. Sonsuza kadar aynı şey tekrarlanacaktır. Bu döngüden sıyrılmak için kovulmuşluğu kabullenmemiz gerekiyor. Belki de Sisifos gibi boş çabalardan vazgeçip yola devam edersek özgürlüğümüze layık olacağız.

denemeler#15 (02.08.10)

BİLİNMEYEN

Bence bütün sorun sınırlarımızı bilememekten kaynaklanıyor. Çabucak küstah yapabiliyor bizi ya da sürekli memnuniyetsizliklerimizle başbaşa bırakabiliyor. Kendiliğimize ait olan o belirlenmemiş kaderimizin ve içerdiğimiz sonsuz olasılığı hayata geçirebilme yeteneğimizin sınırlarını bilememek içten içe kahrediyor. Çoğu zaman bilince davet edilmeyen ama varlığını, "ne yapabilip ne yapamayacağımız" sorusunu sorduğumuzda hissettiren o işkence. Mütemâdiyen devam eden serkeş bir hırs...

"Kendimi aşmalıyım!"

"Daha iyisi olabilirim!"

"Başka biri olamazsam ölürüm!"

Belki boşa uğraşıyoruzdur. Belki de başaracağızdır. Bilmediğimiz sınırlarımız dahilinde ne olabileceksek O'yuzdur. Fakat her iki durumda da bilinmeyenin ellerindeyiz.

Bilinmeyen sınırlar...
Bilinmeyen yapılabilecekler...
Bilinmeyen olasılıklar...
Bilinmeyen gelecek...

Ve bu kadar "bilinmeyen" varken, o kadar hırs, kendine yüklenme ve memnuniyetsizlik... Şu açık, gözardı edilemeyecek derecede hastayız!

denemeler#14 (13.04.10)

BAZI BAZI KADINLAR

Güce tapan kadınlar tanıdım. Beyaz gibi siyahın değerine sığınmak ve onun gölgesinde mutlu olmak istediler. Hepsi de siyahın gizeminde, bitimsizliğinde ve sorgulanmayan gücünde kaybolmayı göze alan kadınlardı. Kişiliklerinin bir erkeğin ismiyle tamamlanacağını sandılar. Hala da değişmiş değiller, en azından benim tanıdıklarım.

Daima anlamsızlıktan ve can sıkıntısından kaçarak, geçen her bir anın takdis edilmesini isterler. Ayakta durmak için hârici desteklere ihtiyaçları vardır. Davetkâr ve işini bilen bir rüzgârın buyurgan hareketi, onları herhangi bir tarafa kolayca sürükleyebilir. Böylece herhangi bir yere ait oldukları hissine kapılırlar. Onlar, hayat bağlarını dâima bir erkeğe bağlamaları konusunda şartlan(dırıl)mışlardır. Bâhusus güçlü olanlarına…

Terâzide artıları ve eksileri gözden geçiren hesapçı bir insan gibi kendi menfaatlerine uygun seçeneklere yönelirler. Ama biliriz ki evdeki hesap çoğu zaman çarşıya uymaz. O yüzden de simgelerle tavlanabilir birçok kadın. Gücü, iktidarı ve mutluluğu vaat eden simgelerin veya sembollerin reddedilemez çekiciliği vardır. Belki para, belki zekâ, belki de statüdür bu. Doğanın kuralıdır bu bir bakıma. Tesadüfün ve rastlantının yok etme tehlikesine karşı kuvvetli bir kalkan gereksinir her zaman. Ve yine çoğu zaman da simgenin yahut maskenin altındaki kişi kadının beklentilerine cevap vermez. Desteğini bu kadar çabuk yitiren kadın, bu hüsrânını ne yazık ki çabuk unutur. Unutkanlığı ne kadar güçlüyse umutları da o kadar devam eder.

Birey olamayan ve kendini erkeksiz tanımlayamayan kadın, böyle olmayı kendisi mi seçmiştir, yoksa erkek egemen bir tarihin ona uygun gördüğü rolde ve boş bırakılan alanda kısıtlı özgürlüğünü mü kullanmaktadır? Bu soruya cevap vermek gerçekten zor. Ama sorunun çetinliği, tanıdığım kadınların çoğunun bu durumda olduğu gerçeğini gölgeleyemiyor. Ve simgeyle yahut sembolle tavlanabilen kadınlar oldukça da, bu fırsat erkekleri yalancı ve sahtekâr olmaya itiyor.

denemeler #13 (19.10.09)

SIFATLAR


Sıfatlara güvenmemek lazım. Onlar ki ne yaman ve ne muzır silahlardır. Kötü niyetlilerin elinde istenilen şekilde yoğrulup, insanın en savunmasız yerine, benliğine kurnazca sirayet ederler. Keyif verdiği de olur, acı verdiği de...

Tehlikelidirler. Cümlelerin yapamadığını, gerçeğin gösteremediğini bir sıfat kolaylıkla yapabilir. Güzelsin, harikulâdesin, başkasın derim, hop yatağıma doğru bilinçsiz yolculuğuna çıkarsın. Bilinçlisin, akıllısın hatta üstüne yok derim, ne karakter kalır ne prensip, kararlarına ve eylemlerine sıfatların ağırlığı yapışır ve onları kaybetmemeye çalışırsın. Yahut bayağısın, aşağılıksın, çirkinsin derim, niyetimi sorgulamadan üstüne alınırsın hemen. Kendinden işkillenirsin, acabalanırsın, kuşkuların mezar böcekleri gibi içten içe kemirir ve zehir kanında dolaşmaya başlar artık. Kendi eksikliğinin fark edildiğini sanıp, onu fütursuzca kapatmaya ve gizlemeye uğraşırsın. Savruk cümlelerin her çırpınışında daha da dibe batırır seni. “Hayır ben öyle değilim bir kere” ile başladın mı, bitti gitti işte…

Dediğim gibi sıfatlara güvenmemek lazım. Kullanılmak ve kullanmak için yaratılmışlardır. İnsanın en zayıf noktasına doğru fırlatılmış zehirli ok misali farkettirmeden ve aniden saplanırlar.

denemeler #12 (12.09.09)

İKİLEM


Bir insandan hem nefret edip hem de onu sevebiliyorsanız, sizin dünyanız “o” olmuştur artık. Onun egemenliğinde varsınızdır. Hayatınızı siz değil, o yönetiyor demektir. Ruh halleriniz onun iradesindedir.

Şayet bir gün, sizin üzerinizde bu kadar etkisi bulunan ve hem nefretin sadist eğilimini hem de sevginin insancıl yanını bir arada yaşatan o, ortadan kaybolursa ne yaparsınız? Acı veren bütün duygular o anda varlıklarını hissettirmez mi? işte o anda dayanaksız ve referanssız kalırsınız. Nasıl ki “bugün kavramı”, dün ve yarın kavramlarının referansıysa, başka bir deyişle, zaman algımız, bugünü bilincimizde sabitlediğimiz için dünü ve yarını yaratabiliyorsa, onun kayboluşu da hem geçmişi hem de geleceği yok eder. Bu durumda ayakta durmakta güçlük çekerek, hatta sendeleyerek tutunacak bir şey aramaya koyulur, onun bıraktığı derin boşluğu dolduramayacağınızı anladığınızda ise varoluşunuza lanet edersiniz. Her şeye yeniden başlamanın yoruculuğunda bitkinleşir, yeniden başlansa bile gelecekte tekrar aynı kaderi yaşayabileceğiniz olasılığında boğulursunuz. Sonuç; yere kapaklanırsınız…

Bir insandan hem nefret edip hem de onu sevebiliyorsanız, derin bir açmazdasınızdır. İkilemin iki ucuna doğru gerilmiş soğuk ve ince bir telde dengede durmaya çalışırken, bir yandan da hangi yöne gideceğinizi düşünürsünüz.

Nefret; bir amacınıza ulaşmaktan sizi alıkoyana beslediğiniz duygudur. Varlığınız kadar gerçektir, zirâ nefretin sahtesi olmaz. Sevgi ise en yalın haliyle, size haz veren psikolojik bir gereksinimin karşılanmasından duyulan hoşluktur. Bir gün doyuma ulaşırsanız eğer, arkanızda bırakacağınız bir anı yahut alışkanlıktır. Gerçekliğini geçiciliğinde yaşarsınız. Kısacası, o sizden bir şey alırken, size başka bir şey vermiştir. Hangisinin peşinden gideceğinize nasıl karar verebilirsiniz? Neye dayanarak? İşte açmaz tam da burada başlar. Bu belirsizlik devam ederken bile o hâlâ bilincinizi meşgul ediyorsa, artık benliğinizin bir önemi kalmamış demektir. Yine de her şeye rağmen apaçık görünen bir gerçek vardır; o, varlığıyla size en uç iki duyguyu yaşatabilmiştir. Sizi, düşüncenin ve duyguların pençesinde oyalayabilmiştir ve algılarınızı, bir hareketiyle duygularınıza ulaşabilecek kadar kendisine yönlendirebilmiştir... O, hayatınıza damgasını vurmuştur.

denemeler #11



KURUNTU

Bir dünya kurmuşuz kendimize, kuruntularımızla kavrulup gidiyoruz. Ortaya karışık düşler, duygular ve yaşanmışlıklar getirtmişiz. Âfiyetle götürüyoruz. Her lokmada hüsn-ü kuruntularımız ve her lokmada takıntılarımız biraz daha yerleşiyor zihnimize. Misafirlikten ev sahipliğine terfî ediyorlar gizlice.

Kurulmuş ve kuruluşuna katılmamız şöyle dursun bizden fikri sorulmayarak tasarlanmış bir dünyada ikâmetteyiz. Mutlu olmaya, ölümsüz olmaya, duygulanıp coşmaya, oraya buraya koşmaya, parktaki küçükten makas almaya, kapı komşumuz Süheyla ablanın merdiven çıkışlarında bacaklarına bakmaya ezelden teşneyiz ama ah o bizim kör olasıca kurallar, değerler ve içine tükürülesi prensiplerimiz yok mu, engelliyor bizi her teşebbüsümüzde.

Dıştan gelen, boğazımıza yapışan ve sorguladığımızda vicdânın şamarını yediğimiz kurallar ve değerler bir yana, kendimize koyduğumuz, iyi bokmuş gibi icât ettiğimiz sınırlarımız var. Kurmuşuz işte kendi dünyamızı, kandırıyoruz kendimizi, hoşumuza da gidiyor ve yaşamaya devam ediyoruz.

“Kendi gerçekliğini yaratmaya koyuldu insan, dışarıdaki gerçeklikte mutlu olabilme inancını yitirince. Hayatla bağlarını koparmaya da cesâret edemedi. Çözümü prensiplerde, değerlerde ve kendince koyduğu kurallarda buldu. Kuruntu icât edildi, insanlık kurtuldu.” (ruhumdan mânzumeler, 11.05.09)

Saçları âhenkle dans eden dilber, güzellik kavramının kendisinde ete kemiğe büründüğüne inanmasaydı; yollarda, lokantalarda, oralarda buralarda görüntüsünden yansıyan ve ondan beslenen özgüveniyle var olmaya karar vermeseydi, bu kızın hali nice olurdu? Hayatın gerçeklik görüntüsünün altındaki korkunç hiçliğini kavrasaydı şayet, kuruntusuz bu kız boşlukta can çekişmez miydi? İyi ki bulmuş değerlerini, iyi ki koymuş kurallarını. İlk buluşmada vermemiş belki ama daha sonra gerisi iyilik güzellik olmuş.

Çok bilmişliğiyle övünen, etrafını sözleriyle ve davranışlarıyla aydınlattığını sanan bu abesle iştigalinden bihaber bilge, kendi fiksiyonunu yaratmasaydı, kuruntuyu icat etmeseydi ve oralarda buralarda yaşamın özünü, gerçekliğin nüvesini keşfettiğine inanıp, dünyaya tekrar geldiğinde mesih kisvesi altında insanları aydınlatma çabasına düşmeseydi, bu bilge derinden yaralanmaz mıydı? Aslında her şeyin boş, neye elini attıysa bir gün onu terk ettiğinin farkına vardığında içindeki çığlığı nasıl susturacaktı?

Ya da aşk kırıntılarıyla doymasalar da onsuz edemeyenlere çevirdiğimizde gözlerimizi; onların kuruntularının, her ne kadar farkında olmasalar da aslında hayatlarını kurtardığını daha net görebiliriz. İnandıkları, bulmak istedikleri, hayatın gailesinde karşı cinsten bir parça mutluluk koparma araçları olan aşk olmasaydı, evet olmasaydı, Cemal Süreya’nın dizeleri her seferinde “iç çekişlere” uzanmasaydı ve iki gönlün birlikte samanlığı seyrân edebilecek gücü ortaya çıkmasaydı, ne olurdu bu dünyanın hâli? Kuruntuladığı adamı pencere önlerinde bekleyen mahalle kızlarımız, sahteliğini, acınasılığını ve kaybolmuş kendiliklerini ancak şatafatlı gecelerde saklayabilen hatun kişilerin beklediği beyaz atlı prenslerimiz olmasaydı, söyleyin bana bu insanlık duygusal açlığını nasıl bastıracaktı ki? Söylemesi zor fakat aşk olmasaydı, her şey hiçbir şeye dönüşürdü maalesef.

Sahte delikanlılıklarıyla, çapkın bakışlarıyla, yatakta ondan iyisi olmadığı düsturuyla övünen erkekler, kendi gerçekliğinden uyanıp, gerçek dünyaya gözlerini açsa, akıbetleri çok mu iyi olurdu sizce? Cevabı ben vereyim bu sefer; oracıkta dibe batıp çırpınırlardı…

Sözün özü; kuruntularımızın tanrılarıyız hepimiz. Gerçekliğin tehditkâr ve menfur sesinden kaçmak için kulaklarını olan gücüyle kapayan, kendi duymak istediklerini tercih eden bir tanrı… Hakikatin gözünü kör edeceğinden ürken ve dehşetle gözlerini ondan kaçıran, hatta kapatan bir tanrı… Herkes için olan dış dünyayla sohbet etmeye cesâret edemeyen, konuşmaya çalışırken bile hıçkırıklara gark olan, bu yüzden içine kapanmayı tercih eden, lâl olmuş bir tanrı…

Evet, kurduk kendi evrenimizi, kurduk kendi gerçekliğimizi ve başladık yaratmaya… Sadece kendimiz için…

denemeler #10

HAZ DÖNGÜ

Olmaması gereken zamanlarda olsun istediklerimiz hep en çok zevk aldığımız şeyler değil midir? ya da zamanın istediklerimize uygun olmaması, olsun istediklerimizin çekiciliğini arttırdığı ölçüde sabırsızlandırıp heyecanlandırmaz mı bizi?

Ve her geçen vakit, sabrımızın zamanı yavaşlattığı her an, birazcık daha, algılarımızı olmasını istediğimize yoğunlaştırırız. Arzu ettiğimiz şeye yaklaştıkça artan kalp basıncı ve hayâl gücünün harikulâde yanılsamaları zevkin kapılarını açmıştır bir kere. Zamanı ve mekânı silikleştiren, gerçeklik bilincine bir “dur” diyen kuvvetin etkisindeyiz artık. İşte en doyumsuz olası, sonsuza kadar süresi an bu andır...

Olması istenen olduğunda ise, bu zamana kadarki tutkunun artışı, arzu edilene sahip olduktan sonra aynı seviyede azalmaya başlar.

İşte hayat, önümüze koyduklarımıza ulaşana kadarki sürede aldığımız zevkten, elde ettikten sonra başlayan sıkılma halleri arasında gidip gelen döngüden başka bir şey değildir.

Farkına vardığımız sınırlar çerçevesindedir isteklerimiz. Zaten bu sınırların olması ve onların kişiye özel, özgür alanlar bırakması zevk verir bize. Bir şeyin bitiş vaktini bilmemiz, o vaktin kısalığı oranında güçlendirir tutkularımızı. Tıpkı ölümün mutlak kaderimiz olmasının, hayatımızı değerli kılması gibi... (ruhun ölümsüzlüğüne inananların, inanmayanlara nispeten hayattan daha çok kahkaha koparmasını beklemek abes kaçabilir son tahlilde)



Bitirmeden bir iki aforizmayı da paylaşmak isterim.

“Arzu edilenden çok arzu etmeye aşığızdır.” Friedrich Nietzsche

“Mutluluk sahip olamadıklarımızda gizlidir.” Bertrand Russell

denemeler #9

DÜNYA CEHENNEMİ


Çok orijinal ve değişik bir laf etmiş günün birinde İngiliz yazar Aldous HUXLEY. Demiş ki; "belki de bu dünya başka bir dünyanın cehennemidir.” Her ne kadar cümlenin lafzî anlamı mantıksız gelse de, mecâzi anlatımına dikkat ettiğimiz takdirde çok şey söylüyor Huxley.


“Çok çekmiştir, işleri rast gitmemiştir ya da karısı aldatmıştır da böyle diyordur ukalâ” diyebilirsiniz. “Amaan boş söz, fasarya bunlar yahu” da diyebilirsiniz ama Huxley’e değil de çevremize bakarsak eğer, aynı sonuca ulaşmamız hiç de şaşırtıcı olmaz. Cehennemi amiyâne tabirle kötülüklerin hüküm sürdüğü yer olarak tahâyyül edersek; günümüz şartlarının, kötülük kavramının içini doyurucu bir şekilde doldurduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda savaş, ihanet, nefret, hırs, kibir, memnuniyetsizlik ve kaos gibi kavramların, şu etrafımızı çevreleyen dünyamızın hemen hemen her yerinde hüküm sürdüğüne şahit olabiliriz.


Savaşlara değinmeye bile gerek yok aslında ama çıkar çatışmalarının güdümlediği, silahların fütursuzca patladığı ve insan hayatının bu kadar değersiz oluşundan bahsetmeden de geçemeyeceğim. Diğer taraftan, toplumsal bir olgu olan savaşı değil de, insanın içindeki savaşa veya bireysel savaşımlara baktığımızda ise ihanetler, aldatmalar ve sinsi oyunlar günlük hayatımızın içinde varlığını kanıtlarken, sahteliklerin doldurduğu muhabbetler keskin bir bıçak gibi kesiyor sosyal hayata dair bağlarımızı. Böyle bir insancıklar dünyasında, nasıl huzurlu olabileceğimizi umuyoruz? Her şeyin bir gün düzeleceğine dair inancımız şu an o kadar sınanıyor ki.


Kitaplardan ve büyüklerimizden dinlediğimiz dostluğun sahiciliğine yahut masallardan işittiğimiz aşkların saflığına, ekonomik ve psikolojik baskılarla beslenen bir toplumda nasıl inanabiliriz artık? Hırs, heva ve kibir gibi şeytanın müptela olduğu günahları alışkanlık haline getiren bizler, çıkarlarımız için dostluklar kurup, ihtiyaçlar için aşklar yaşıyoruz 21. yüzyılda. Öyle ki duygusal gereksinimlerimiz de olmasa, her şey formalite ve menfaat için yaşanacak hale gelmiş neredeyse. İşte içten ve dıştan kaynaklanan bu kadar olumsuzluk adeta elimizi kolumuzu bağlamakta ve can sıkıntısı dediğimiz, yaşama zorluğu hastalığına bizi adım adım yaklaştırmakta. Kaos illa siyasi çatışmalar yahut askeri müdahalelerin etkisiyle olmuyor artık, insanlığın kalbine saplanan benlik güdüsünün kışkırttığı kötücül davranışlar neticesinde de ortaya çıkabiliyor.


Savaş, ihanet, nefret, hırs, kibir, memnuniyetsizlik… ve kaos. Takdir edersiniz ki kutsal kitaplarda tasvir edilen cehennemin uçsuz bucaksız ateşli ve korkunç ortamında, bu saydıklarıma rastlamamak ihtimal dâhilinde bile değildir. Öyleyse bu dünyayı bu hale getiren insanlık, belki de Huxley’in dem vurduğu gibi önceki bir âlemin acısını çekiyordur. Aksi takdirde kendi ellerimizle cehennem yaratmış olduğumuz gerçeğini düşünmek bile korkunç ve bir o kadar da ürpertici.

denemeler #8

(Ne kadar yazık, bu yazımın, içinde bulunduğum "bilgidergi" camiâsı tarafından tehlikeli bulunmuş, siyasi taraf belirttiği iddia edilmiş ve edebiyata siyaset karıştırıldığı için sansüre uğramış olması. Gönül isterdi ki, bir üniversite dergisi yazarlarının söylediklerine, endişeleri karşısında öncelik tanısın ve her ne kadar iyiniyetli düşünceler barındırsa da okuyucunun yazıya ilişkin "muhtemel yargısı"na dayanarak sansüre girişmesin... )





ESARETİN İFADESİ


Bilmeden konuşanlar vardır hani, araştırmaktan, sorgulamaktan şöyle ya da böyle imtina ederler. Daha çocukluk yıllarının edilgen ve pasif hallerinde dayatılan bilgilerle bakarlar hayata. O perspektiften bakarak yargılarlar her şeyi ve doğrunun, iyinin evrensel olduğundan bir zerre şüpheleri yoktur. Bu insanları herhangi bir sıfatla yaftalayıp incitmek yahut kötülemek değil niyetim. Ama onların varlığının ve niceliğinin toplum dediğimiz insan topluluğunun niteliğini etkilediği de bir gerçek. Hal böle olunca demokrasi dediğimiz yönetim şeklinin meşruiyeti yahut selameti de sorgulanıyor toplumun diğer kesimi tarafından. Bir takım düşünceler ve görüşler o grubun olası baskısından dolayı serbestçe açıklanamıyor ne yazık ki. Açıklandığında ise yakın tarihimize baktığımızda durumun nasıl bir hal aldığını çoğumuz biliyoruz. Hrant Dink, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Adalet Ağaoğlu, Hasan Cemal… örnekler uzayıp gidebilir (önlenilmezse). Ne yaptı bu insanlar; sadece fikirlerini söylediler. Gerçeğe giden yolu salt güç sahibi insanlar değil de bilen, okuyan ve düşünen insanların da bulabileceğini vurguladılar. Sonuç ne oldu peki? Bilmeden konuşanlar güruhunun sosyal baskısına maruz kaldılar ve bir şekilde sindirildiler.


Toplumumuzun yahut ülkemizin şu anki halinden memnun olmayan çoğunluğun sorunlarının temelinde de az önce bahsettiğim, hayati önem taşıyan bir anomali mevcut; ifade esareti. Özgürce açıklanması gereken ifadeler maalesef esaret altında tutulunca, şu anki memnuniyetsizliklerin ortaya çıkmasına da şaşmamalı. Halkın bir kesimimde geçim sıkıntısı ve işsizlik, başka bir kısmında özgürlüklerini kullanamadıkları iddialarından beslenen gelecek kaygısı, ve yine önemli bir kısımda ise bıkkınlık, izole edilmişlik hissi var. Peki bu durumu çözüme kavuşturulmak için ne yapılıyor? Cevap umutsuzluğa düşürecek cinsten; sadece gün kurtarılmaya çalışılıyor. Birileri de çıkıp, daha yapıcı olarak sosyolojik verilerden, psikolojik argümanlardan ve felsefeden yararlanmıyor. Olayların akışı içinde, bilmeden konuşup, salt kendi ifadelerinin mevcudiyetini kabul edenlerin, toplumun geri kalanının fikirlerine hatta düşüncelerine gösterdikleri saygısızlık ise görmezlikten gelinmek isteniyor. Adeta bir omerta yasası işletiliyor. Bu konuya değinmemdeki amaç siyaset malzemesine çöreklenip aydını oynamak veya siyah kalın gözlüklerimle odamın penceresinden uzaklara dalıp, "hey gidi günler hey!" demek değil. Kanımca bu işi ehillere bırakmak daha mantıklı. Ama son günlerin Türkiye’sinde dava dosyalarına konu olmasa da ayan beyan ortada olan örneklerden bir tanesine değinmeden de geçemeyeceğim; iktidar partisi liderinin, arkasındaki kalabalığa sırtını dayayarak bazı gazetelerin okunmaması gerektiği yönündeki telkinleri...


Neyse efendim deyip siyaset sularından felsefe sularına doğru kulaç atmak istiyorum. Sorunun kaynağına bundan yüzyıllar önce inildiğini ve başarılı olunduğu gerçeği göz önünde bulundurulursa, İfade özgürlüğü, şüphesiz tarih boyunca birçok düşünürün yahut filozofun zihninde var olmuştur ama hiçbiri J.locke’unki kadar etki yaratamamıştır. 17. yy.’da yaşamış İngiliz düşünürü Locke, Britanya empristlerinden ve toplumdaki gerçek refahın kökünde ifade özgürlüğünün olması gerektiğini düşünen gerçek bir aydındı. Her ne kadar fikirleriyle aydınlanma döneminin ilham aldığı bir düşünür olsa da, Locke’un şüphesiz 17.yy. İngiltere’sinde iktidarın burjuvaziler tarafından zorla ele geçirildiği ve devamında demokrasinin temellerinin atılmaya başlandığı bir dönemde ifade özgürlüğünden, doğal haklardan bahsetmesi varit karşılanmalı. Locke’a göre ifadelerin özgürce açıklanmadığı, düşüncelerin tartışılmadığı bir ortamda insan haklarının korunabileceği bir devletin varlığı çok zor. Bağnazların baskısı altında ne hukuk görevini layıkıyla yapabilir, ne de bireyler geleceğini kontrol altına alabilir. Keza bu görüşün ardılı olan aydınlanma dönemi filozoflarından J. Jacques Rousseau da aynı gerçeği vurgulamış ve devletin temeline toplumu yerleştirerek, “eşitlik” ilkesine hayati önem atfetmiştir.


Locke ve Rousseau’dan sözü aldıktan sonra tekrar bugünün toplumsal hayatına dönersek, durumun vehâmeti apaçık ortada. Ne yazık ki bizim toplumumuzda her kafadan bir ses çıkamıyor. Sadece belirli kafalar izin verirse bir armoni oluşabiliyor. Kendisinden farklı düşünenleri düşman belleyen, sadece kendi kafasındaki standartların doğru olduğuna inanan bir grup insan, kendilerini ve toplumu ortaçağ karanlığına götürmek istercesine korumacı bir tutum takınıyor. Böyle olunca da başlıyor gruplaşmalar, farklılaşmalar ve yabancılaşmalar. Artık herkes kendi gibilerle ilişkiye giriyor, onun oğlu bunun kızıyla konuşmuyor. Ve neticede bölünen toplumun içine düşeceği kararsızlık, belirsizlik ve sıkıntı kaçınılmaz oluyor. Bu arada bu sorunlarla meşgul edilen toplumun, iktidarı seçerken ne kadar bilinçli ve sorgulayıcı olabileceği gerçeğini de göz önünde bulundurmakta yarar var. Keza siyasetten uzaklaşan halkın, topluma hizmet etmesi gereken iktidar anlayışını değil de bir baba figürü gibi otoriter olması gereken iktidar anlayışını benimsemesi gayet normal. Sonuç ise; gösterilenin arkasındakiyle uğraşamayacak kadar zorlu bir hayat dayatılan toplum ve onun içinde bulunduğu karamsar durum.


“Peki nasıl olacak bu ülkenin hali? Çok şey dedin ama neticeden haber ver.” diyenler varsa, onlara cevabım; ilk olarak düşünmek lazım... Verilenlerle yetinmeyip, neyin nereden geldiğini ve nereye gideceğini sorgulamak. Birey oluşumuzun farkındalığı varıp kendi hayatimizin başrolünü oynayabilmek. “Ben böyleyim ama benden başkaları da başka şeyler söylüyor. Belki de babam yanıldı, belki de okuduğum kitaplar yalandı. Gökten inen kesin kuralların olabileceği ihtimalindense kişilere göre yorumlanabilecek doğrular da pek mümkün var olabilir.” diyebilme cesaretini göstermek gerek. Tabiî ki hayat şartlarının her insana bu cesareti gösterebileceği bir olanak tanıdığını iddia etmiyorum. Hepimiz yasadığımız çevrenin içinde var olduk ve ona göre şekillendik. Bu kabuğu kırmak değil bir nebze çatlatmak bile hayli zor. Fakat bu uyanış kişinin kendisinden gelmiyorsa, hiç değilse ona cesurca düşünme ortamı sağlanmalı. Kutsal bir kitaptan güzel bir benzetmeyle; “Dağ Muhammed’e gelmiyorsa, Muhammed dağa gitmeli.” Bu da eğitimle halledilecek bir husus. Eğitimin de farksızlaşan değil de farkında olan insanlar yetiştirmek ve aynı zamanda doğrunun kendisi için olduğu gerçeğini kabullenen yahut kabullenmese bile farklı beyinlere diş bilemeyen bir neslin oluşması için kullanılması gerek. Böyle bir toplumda şüphesiz bireyin bireylere olan saygısı, bizzat kendilerine saygı duymalarına yol açacak ve bırakılmışlık, çaresizlik ve tecrit hissinden kaynaklanan edilgenliğin yerini de etken bir ruh haleti alacaktır. Belki böylece her şey vaat edilen topraklardaki gibi pembe bir hissiyat yaratmayacak ama grinin giriftliğinden de kurtulmuş olunacak. Ayağa kalkıp da yüksek sesle tekrarlanası bir sözle bitiriyorum yazımı… “Bilinçli hamlelerin güdümleyeceği bir gelecek, hoşgörüsüz ve mutaassıp bir perspektiften beslenen hayatın akıbetinden daha aydınlıktır.”

denemeler #7

DOSTUM, DOSTSUN, DOSTLAR...


Dostluk diye bir kavramın sadece kavramdan ibaret olduğunu dostum dediğim birinin sevdiğim kıza benden habersiz, sinsice sahip olmasından sonra anladım ilk defa. Sonra bu yönde tecrübelerim sabit oldu sürekli, birkaç kazık birkaç kötü anı unutturdu bana ilkokul yıllarındaki masumiyeti.


O zamanlar toplumda ben olarak değil, biz olarak varlığımızı sürdürüyorduk. Günlerimizi uğrunda harcayacağımız, geceleri planlar yapıp uykularımızı kaçıracağımız dirimsel isteklerimiz ve olmak istediğimiz insan olmak için elimizde bulunması gerekli şeyleri elde etmek için duyduğumuz tutkular yoktu henüz. Hepimiz eşittik o yıllarda. Statü endişesi, beğenilme içgüdüsü, dinlenilme isteği, itibar görme, saygın olma, popüler olma arzusu, iyi dans etme, başarılı bir kariyer, cinsel arzuların doyumu ve bunun gibi diğer isteklerimiz baskın değildi o yıllarımıza. İşte tam da bunun için hepimiz eşittik ve uğrunda savaşlar verebileceğimiz amaçlarımız olmadığı için dosttuk. Karşılık da beklemiyorduk hani, ki beklesek de o yaşlarda herhangi bir kazanımın yahut elde edilen her şeyin bir karşılığı olduğu gerçeğine yabancıydık. Ben popülersem de Berkay buna aldırış etmezdi, beni kıskanmazdı ve kendi kurduğumuz oyun hayatına, o içinde sırf saflık bulunan kendi dünyamızda var olmaya devam ederdik. Dostluğumuz ilkokul yıllarınca sürdü ve aramıza hiç kara kedi girmedi (oyuncağımı sakladığı gün hariç). Salih’le de sıkı fıkıydık, bilgisayar oyunları yeni çıkmıştı o zamanlar. Onun bilgisayarı vardı, saatlerini eğlenceli oyunlarla geçirebiliyordu ve şimdi düşündüğümde o arkadaşlığın en çekilmez olması gereken yanı da sınıfta hep onun sözünün geçiyor olduğu gerçeğiydi. Ama ben bunlara kulak asmadım hiç, çünkü bilmiyordum sınıfta sadece onun sözü geçse ne olacağını ya da benimki geçmese ne olacağını, ne fark edeceğini ve bunun bana ne zararı olacağını. Böyle bir şeyin iki kişi arasında, ona sahip olmayana kıskançlık ve mutsuzluk vermesi gerektiğini henüz kavrayamamıştım. Yine bol bol oynadık Salih’le, her ne kadar sınıfın lideri o olsa da…


Yıllar geçtikçe ortaya çıkması ve yavaş yavaş kıpırdanması gereken karakterim kendini belli etti ve artık arkadaş seçiminde bazı kriterlerim olmuştu. Ailemin konuşma dediğiyle konuşmamaya, derslerde tembel teneke olanlarla muhabbet etmemeye, popüler olmayan figüran çocuklarla takılmamaya başladım. Bu özelliklere sahip olanlarla da hep bir rekabet içinde sürdü arkadaşlığımız. Ben yakışıklı Tarık’ın yanında yakışıklı değilsem ve öyle olduğumu iddia etmiyorsam, o da benim iyi futbol oynadığım gerçeğini kabul edip buna müdahale etmeyecekti. Bu o günden bu güne kadar süren arkadaşlıklarda kabul edilmiş gizli bir sözleşmeydi. Herkes kendi amacı ve olmak istediği şeyi belirliyor ve eğer ona rakip değilseniz size dost diyordu. Ben de öyle yaptım önceleri, öyle yapmak zorundaydım çünkü. Birkaç kez bu kurala uymamaya başladım ve sert, kırıcı tartışmalar hep yalnız bıraktı beni, bazen aşağılandım bazen de yıllardır dostum dediğim insanı kaybettim bu uğurda. Gerçeğe olan bu başkaldırış birçok kez sürdü. Böyle geçen bir süre sonra aynı sözleşmeye ben de dahil olmaya, olmam gerektiğine karar verdim. Hakan’ın kızlarla arası çok iyiydi, bir kere aklına koymaya görsün hemen ayarlardı bir kızı. Neyse işte, ben de fena sayılmazdım o işlerde. Ha unutmadan şunu da belirteyim ki Hakan’la olan arkadaşlığımız ilkokulda başladı. İlkokuldan sonra da ortaokulda görüştük hep. Futbol oynardık bizim evin garajında, sonra bisikletlerimize biner ayaklarımız durumdan şikayetçi olana kadar bisiklet sürerdik. O zamanlar ikimizin de egomuzda olmasını istediği, tatminini elzem gördüğü bir arzu ya da amaç ortaya çıkmamıştı henüz. Onun için, tatlı rekabetimiz bile dokunmuyordu arkadaşlığımıza, ta ki liseye gelene kadar. Hafiften değişmeye başlamıştı bazı şeyler lisede; hakan benden önce kendisine ait olması gereken payeyi, niteliği seçmişti; o lisenin çapkını olacak, bense iyi futbol oynayan tatlı çocuk olacaktım. Dostluğumuz adına bir şey demedin önceleri. Ama sonra ergenlik dönemi hisleriyle ve hormonal baskılarla onun alanına tecavüz etmeye başladım kendimi tutamadan, ben de konuşuyordum bir çok kızla ve bir kaçından haftasonu için randevu bile almıştım. Anlayacağınız Hakan’la yollarımız kesişmişti ve onun benden önce seçtiği bölgeye izinsiz girmiştim. Hakan benim de müsabakada yerim olduğunu öğrenince, misilleme olarak benim alanıma girmeye çalıştı birkaç kez. Futbol takımına girdi önce, sonra zamanında en iyi çalımcının ben olduğunu söyleyen hakan, artık düpedüz kendisinin de yeterince iyi çalım attığını, isterse beni çalıma dizeceğini bile ileri sürebiliyordu. Çıldırmıştım, yıllardır kendimi ait gördüğüm yere, yakın arkadaşım ortak olmak istiyordu. Önümde iki seçenek vardı; ya dostluğumuzu kurtarmak adına kızlarla haşır neşir olduğumu Hakan’a yansıtmayacaktım, ona “sen harikasın abi” diyecektim, ya da iki alanda da rekabet edecektim. Ben ikincisini seçmiştim. Ama ne yazık ki sonuç pek müspet olmadı… beğendiğim kızı, o siyah, küt saçlı, yanaklarında ufak şirin çiller olan Hande’yi o kapmıştı. Üstüne üstlük futbolda da benden iyi olmaya başladı hergele. Nihayetinde kaybeden ben olmuştum.


Sakın hep arkadaşlıkları benim bitirdiğimi, yani kendini geri çekenin hep ben olduğumu sanmayın. Bazen ne olursa olsun dostum olmasını istediğim insanlar da çıktı karşıma, fakat birkaç kez sabretmem neticesinde dostum diyeceğim insanın değer bilmez, uğraştığına değmez bir insan olduğunu anladığım anlarda kendimi tutamayıp kendim oldum ve sonuç da öncekilerden farksız oldu yine. muhabbet ettiği onlarca arkadaşım olmasına rağmen yakın bir dostum yoktu -gerçi hala da yok-. Ama yine de geriye dönüp baktığımda pişman değilim yaptığımdan ve dahil olmadığım gizli sözleşmelerden. Yalancı, dalkavuk bir dostluktansa rekabet edip bir şeylere hırslanmayı, kendimi tutmamayı ve özgür olmayı tercih ederim- ki o zamandan beridir de öyle yapıyorum-. Herkesle konuşuyorum, herkesle samimi olabiliyorum, ama onların arzuladıkları ve olmamı istedikleri dost şekline bürünemediğim için bu arkadaşlıklar hep aynı seviyede kalıyor, dostsuz ve kankasız bir şekilde devam ediyorum hayatıma. Mutlu musun peki derseniz? Kesinlikle denemelisiniz derim. İçinizden geldiğince, yalnız kalmaktan korkmayıp, arkadaşınız hakkındaki fikirlerinizi onun duymayı istediği gibi değil de kendi gördükleriniz çerçevesinde yansıtmak, inanın yalnızlık korkusunun ve kendini kabul ettirme isteğinin neticesinde oluşacak bayağı dostluklardan kat be kat iyi ve daha dürüstçe. Böyle olmak istiyorsanız şayet, aranızda önceden parsellenmiş, korunması zorunlu sınırları olan bölgeler belirlemeyin, ya da böyle bir şey başlamaya yüz tutsa bile çiğneyin bu gizli anlaşmayı, onay vermeyin, rekabet edin ve varsın olmasın o dostluk, ta ki gerçekten bunların hesabını yapmayacağınız, onun da, sizin de egosal tatminlere ihtiyacınızın kalmadığı zamana kadar.

denemeler #6

İNANCIN TEMELLERİ ÜZERİNE


Ne demiş büyük varoluşçu filozof Kierkegaard?
-İnanmıyorum, çünkü biliyorum…


Biraz geçmişten başlamak istiyorum yazıma, hani o evrimin düşünen ilk ürünlerinden, 2 bacaklılardan… evet, insanlarla başlıyorum; konu inanmak olunca belki de kimse onlar kadar dirayetli ve sebatlı bir şekilde bağlanmamışlardır inandıkları şeylere. Lütfen kafanızda canlandırın o ilk insanları; bu dünyaya seçme şansınız olmadan bırakıldığınızda, ilk önce sadece algılarınızla eşlik ediyorsunuz sonsuz evrene, daha sonra düşünceler ve yine bu doğrultuda çıkarsamalarla anlamlar vererek anlamaya çalışıyorsunuz dünyayı. Fakat hiçbir boktan emin olamıyorsunuz. Çünkü dünya acımasız ve ölümün mutlak kaderiniz oluşu sizi her yerde tehlike ve güvensizlik içinde yaşamaya itiyor ve sizin elinizde dünyaya karşı ileri süreceğiniz pek sağlam bilgiler ve miras kalmış tecrübeler yok. henüz bilim portakalda vitamin… daha sonra sivrizekalılar geliyor yaşadığınız yerlere, ya da karşılıyorsunuz onlarla, tam da her şeye niye diye sorduğunuz bir zamanda. Sivrizekalılar, sizlere bilemeyeceğiniz şeyler hakkında sizin de duymak istediğiniz ve duymaktan hoşnut olduğunuz şeyleri söylüyorlar. Evet, onları duymak, hele ki ilk kez duymak şaşırtıcı olduğu kadar zevkli de, içinizden “dünyayı anlıyorum amına koyayım” derken aslında korkularınıza paravan yaptığınız o inançları, sırf gerçekler acıtmasın diye kabul ediyorsunuz.

Şimdi çıkalım canlandırma halinden ve bugüne dönelim; aslında pek bir fark yok, inanç şekillerinin birazcık çağımıza uyarlanışından başka. E tabi bilimin günbegün kendini evrende kanıtlamaya başlamasından beri Thor yahut Ares’e inanmak sizler için hayli zor. Artık şimşekler tanrı’lar kızdığı için değil, bulutlar arasındaki elektrik dalgalarının sürtüşmesinden meydana geldiğini çocuklar bile biliyor. Keyfe keder bir tanrı, keyfe keder bir doğa yasası yok karşınızda, evren alabildiğince ve olabildiğince mantıklı, çözebildiğiniz ve ilerleyebildiğiniz kadar tabi. Dediğim gibi bilimin egemenliği altındaki alanlara ilişkin inanma eylemine girmekten sakınıyoruz artık, çünkü böyle olduğunda kendi kendimizi kandırdığımızın daha bir farkında oluyoruz ve bu durum inanmamızın sebebi olan, güvende olma, iç huzur ve mutluluk idealarıyla uyuşmuyor. Fakat günümüzde inandığımız her şey bu kadar kolay analiz edilemiyor şüphesiz. Kimi, doğaüstü bir yaşam vadeden dinlere, kimi dünyayı yaşamaya değer kılan bir ülküye… kimi ise iyi şeyler düşünürse ve evrenin frekansını doğru tutturursa istediği her şeye ulaşacağına... biraz daha spesifik örnekler vermek gerekirse; kimi büyükannesinin öldükten sonra bile kendisini izlediğine… kimi iktidar partisinin bir gün bu ülkeye şeriat getireceğine… kimi ayrılmış olsalar bile sevgilisinin hala onu sevdiğine… kimi bu hafta doldurduğu sayısal loto kuponunun tutacağına… işte böyle inançlar içinde bilmeyi ve araştırmayı denemeyerek yaşamayı seçiyoruz. Belki de öğreneceğimiz gerçeklerle yüzleşmenin, bir şeye inanmadan önceki beklentilerimizi zehirleyip yok edeceğinden korkuyoruz. “Aman bilmeyelim, mantıklı da olmasın ama mutlu etsin beni” demekle sürdürüyoruz varoluşumuzu. Burada şunu belirtmeliyim ki, her inancımızın temelinde aklımızın tembelliği ve korkularımız yatmıyor, hatta bazı inançlarımız da, ne kadar uğraşsak da o konuda bilgisel doyuma ulaşamayacağımızı anladığımız ve gerçekten öyle olmasını umduğumuz anda ortaya çıkıyor. Bu konuda tarihten güzel bir örnek vermek istersek; milattan önce 400’lü yıllarda yaşamış “sofistler”, şu anda hayli taraftarı olan “agnostisizm”in temellerini atmışlar. Agnostisizm, kelime anlamıyla bilinemezcilik manasına geliyor. sofistler, evrende bir şeyi tam olarak bilebileceğimize dair genel bir kıstas ve yöntemin mevcut olmadığından, hiçbir bilginin bizi bir şey hakkında kesin sonuca götürmeyeceğini ileri sürmüşler. örnek olarak da Tanrı’yı gösterip, onun ne varlığının ne de yokluğunun kanıtlanabilir olduğunu, bu yüzden “onu” bilinemez olarak bırakıp, kişisel isteğimize ve menfaatimize göre, inanmayı yahut inanmamayı seçmemiz gerektiğini söylemişler. İşte sofistlerin yaptığı da bir şeye neden inandığımızın başka bir nedenini açıklıyor; bilemeyeceğimiz bir şeyde öyle olmasını ummak…


İster korkudan, güvensizlikten ve acizlikten olsun, ister isteklerden, arzulardan kaynaklansın inançlar ve inanışlar, vicdanımız yahut iç sesimize yaptığı müdahalelerle, hayatımızın büyük bir bölümünde rol oynuyor. İnançların varlığı konusunda salt iyi ya da salt kötünün olmadığını, iyi-kötü kavramının göreceli olduğunu da belirtmek istiyorum. Ve bu görecelik kavramı başkalarının inanışlarına ihtiram etmeyi de beraberinde getiriyor. Maalesef günümüzde ise “görecelik” mefhumuna olan saygının ne kadar az olduğunu, bu doğrultuda farklı inançların ve inanış şekillerinin niceliksel çoğunluk tarafından kabul edilmediğini, yadsındığını söylemeden de edemeyeceğim. Neyse, konumuza geri dönersek, inançlarımızın temel nedenleri ne olursa olsun, ancak bilmediğimiz bir şeye inandığımız aşikar. Yani bir şeyi biliyorsak ona inanıyor değiliz aslında. Sevgilimin beni sevmediğini biliyorsam, eminsem, onun bana tekrar gelmeyeceğine inanıyorum demek doğru değildir. Başka bir deyişle, onun bana gelmeyeceğini bildiğimden, artık onun geleceği yahut gelmeyeceği konusunda bir inancım olamaz. Öyleyse her inanç, içinde bilmemeyi, şüpheyi, beklemeyi ve umudu barındırıyor. Biz ise genelde sürece müdahale etmeyip, sonucu beklemekle yetiniyoruz. Beklerken ise korkularımızın ve güvensizliklerimizin üstüne örttüğümüz inançlarımız, sükunet ve huzur bahşediyor bize…


Son olarak; günümüzde insan hayatlarına ve insan ilişkilerine biraz daha dikkatli ve objektif baktığımızda, çağımızın hastalığı olan huzur ve sükunet eksikliğinin temelinde inançsızlık yahut inançlarımızdaki samimiyetsizliğin yattığını anlamak, hiç de zor değil.

denemeler #5


İÇ Mİ, DIŞ MI?


İnsanın iki seçeneği var aslında hayata ilk geldiğinde… ya içine kapanacak ya da dışarı açılacak. İlkine psikopat, sosyopat, asosyal hatta anti-sosyal, yabani diyen toplum aynı isimlendirmeyi ikincisi için daha bir gurur okşatanından seçiyor; sosyal, medeni, aslan gibi delikanlı, yırtık, zeki vb. pohpohlamalar. Sınırlamayı ya da kategorileştirmeyi sevmesem de insanlar hep yapıyorlar bunu, çünkü kendi yarattıkları hiyerarşide bir üst kademeye geçmenin kendi egolarını okşayacağını düşünüyorlar, kendi oyunlarını kendileri yazıyor ve kuralları da kendileri çiziyorlar böylece… neyse konumuza başladığımız yerden devam edelim; içe kapanmak ya da dışa açılmak…


İlkinden başlayıp sistematik gidesim var; “ bir insan nasıl içe kapanır?” sorusu, eminim ki paragrafı, sökülmüş çorabın akıbetine benzetecektir. Psikolojik ve sosyolojik tahliller yapmadan konuyu daha yüzeysel ele alırsak;
-ruhsal-ailesel gelişim
-kalıtımsal özellikler
-zekanın gelişimi
-ve diğer sebepler

gibi başlıklarla konuyu irdelemeye başlayalım. Verimli bir aile ortamından uzak ve doğanın soyuna verdiği, onun da babasından miras aldığı görünüşü, sağlık sorunları, yine aynı bağlamda bilişsel faktörlerdeki aksaklık neticesinde zekadaki sorunlar… ve işte karşınızda temeli kendi iradesi dışında atılmış bir gelecek. Böyle bir bireyden nasıl sosyal olmasını beklersiniz ki? Saçma sapan, sadece nicelik hesabıyla kabul gören normalite nosyonuna dahil olamayan bu çocuk, hayata “siktir” çekmeyip de ne yapacak? Maddi durumunun verdiği zorluklar neticesinde etrafında gördüğü olanaklara ulaşamayacağını anladığında neden çabalasın ki? Evet böyle önsel nitelikleri haiz olan bir insan, diğer insanlarla tabi ki iletişim kuramaz ve kendi sanrısal dünyasını yaratmaya koyulup, kendi egemenliğini iç dünyasında sürdürmeye başlar… e durum böyle olunca da, toplum denilen yüzeysel insan çoğunluğu da “normalite” olgusunu devreye sokar ve yargılar onu acımasızca… aslında o kendi dünyasında mutludur, yaratıcı olmaya başlamıştır, bizlere “hadi oradan misket” diyebiliyordur, ama her boka maydanoz kıvamındaki toplum akışkanlığını gösterir ve çocuğun beynine, bilincine doğru telkinlerle zehri vermeye başlar.


“yavrum, arkadaşlarınla oynasana!” tipik bir ebeveyn sözüdür bu gibi durumlarda ve çocuk kendi dünyasından tecrit edilir zorla. Zaman geçer, hayat akar ve büyüyen, sorgulamaya başlayan insanda sıkışmalar, tabir-i psikolojiyle nevrozlar başlar. Çünkü kendi dünyasıyla zorla bulunduğu dış dünya arasında sıkışıp kalmıştır. Bazı hazlar ister, ihtiyaç duyar dış dünyaya yönelmeye başlar, bazen de sahtelikler görür, gurbette gibi hissedip kendi özüne döner… ve biz de onlara “asosyal, ahmak, yabani, sorunlu, kayıp” gibi isimler takarız, o bizi taksa da takmasa da…


Diğer seçeneğe ilişkin olarak da “sosyal” olmayı incelersek; içe kapanan kişiyi etkileyen faktörlerin zıtlarını da burada görmemiz mümkün. Ama bu demek değildir ki bu kişiler “normal” diğerleri değil. Sadece bu kişiler çoğunlukta ve görüngülediğimiz dünya ne yazık ki orantısız bir şekilde bu insanlara ait. İşte bu yüzden normali de onlar belirliyorlar, anormali de. Ne yazık ki yaratıcılıktan uzak ve dünyasal çıkarlara ilişkin amaçlar edinen bu güruh, toplumdan gördüğü kabul edilme ve onaylanmayla, özgüven depolamaya başlayarak ilerliyor kendi bencil hayatında. Kesinlikle yanlış anlaşılmamalıyım diyerek araya giriyorum ki herkes böyle olmak zorunda değil tabiî ki de, anlattıklarım iki grubun da yüzeysel özellikleri ve yaşayışları. Hem sosyal olup hem yaratıcı olanlar var şüphesiz, ama bu onların zorunluluk zincirini kırmasıyla oluşmuş bir şey. Ben ise kendilerinin farkında olup kendi kendilerini değiştiremeyeceklerden bahsediyorum. Neyse tekrar kaldığımız yere dönersek; bencil, özgüvenli ve haz alan dışa dönük insanlar, kendi iç dünyalarından haberdar olmadıkları için, her şeyi somutlaştırmaya başlamıyorlar mı? başlıyorlar ve tümel kavramları menfaatleri doğrultusunda kullanıp, her şeyi maddiyata dönüştürüyorlar. Sanat, müzik ya da din… bu gibi soyut ve insanın iç dünyasına ait olgular artık tümelleştirilip, şekillerle sınırlandırılıp içleri maddiyatla doldurulmuyor mu? Para için müzik yapan, seks için hoca olan, huriler için namaz kılan, beğenildiğini duymak için resim yapan, popüler olmak için kendini satan insanlar sosyal dediğimiz, dışa açık dediğimiz, zeki dediğimiz insanlar grubuna girmiyor mu? Mamafih, dünyanın ev sahibi olan bu insanlar gittikçe daha da güçlenip, kendi oluşturdukları seviyelerde en üste çıkıp, kendi bencilliklerini yaşamak istiyorlar. Ama bunu sadece maddesel ve dış dünyada yapmaları, kendi iç dünyalarını keşfedememelerine neden oluyorsa da onlar zaten bu durumlarından hoşnutlar. kendilerini geliştirme gayesi altında yaptıkları yine aynı bencilliklerine ve güçlü olmalarına hizmet ediyor aslında. Hep daha fazlası, hep daha iyisi için…


Konuyu daha fazla ayrıntılayıp canınızı sıkmak, gözlerinizi yormak istemiyorum ve anlaşıldığımı düşünüp toparlama faslına geçiyorum; insanın kendi dışındakilerle olan ilişkisinde iki seçeneğinin olması ve onu bu seçeneklere yönelten, miras aldığı özelliklerin onun geleceğini şekillendirmesi her ne kadar can sıkıcı olsa da durumu tersine çevirip, kuralları kendimizin koyması da pek tabi mümkünken iki hayat tarzının da doğruluğuna- yanlışlığına karar vermek imkansız. Çünkü bunun için objektif olmak ve objektif olmak içinse 3. bir seçenek olması lazım –ki maalesef yok-.

denemeler #4



MANASIZ BAKIŞMALAR

bu dahil bütün genellemeler yanlıştır sözüne bir genellemeyle cevap verip olumsuzluyorum ve bu dahil bazı genellemeler doğru olmasaydı mantık diye bir bilim olmazdı diyerek yazıma başlıyorum. evet mantık... ya da aristo demek, konunun anlaşılması ve girişin rahat olması için daha "mantıklı". "sadece insanlar düşünür, ben de düşünüyorum. öyleyse ben bir insanım" önermesi mantık'ı ortaya çıkaran hz.aristo tarzı, anlaşılması kolay bir misal.

neyse mantık konusuna neden bu kadar takıldığımı bilmiyorum -ki az sonra okuyacaklarınızın aristo ile bir ilgisi olmadığını anladığınızda siz de aynı şeyi söyleyeceksiniz- ama konuya çat (ya da pat) diye girmenin kapıyı çalmadan lise müdürünün odasına girmek gibi, bünyeye sidiksel bir heyecan pompalamasını engellemek için böyle bir yol seçtim diyebilirim. mantıktan köprüsüz bir şekilde insanlara ve iki alt başlık olan kız ve erkeklere geçmek istiyorum. ya da şöyle diyeyim; bugün dışarı çıktınız ve kaç tane karşı cinsle göz teması kurmaya çalıştınız? evet, garip ve napıyorsun erhanım ya? tarzı bir soru, fakat ehemmiyetle üstüne düşülmesi ve sakatlanmadan cevabının verilmesi gereken bir soru. cevabın müphem bir sayı olduğundan eminim ama peki neden yapıyoruz bu göz temaslarını ya da ne için yapıyoruz demekten de kendimi alamıyorum.

yemek yiyorum önemli bir alışveriş merkezinin önemsiz bir cafesinde, bakıyorum etrafıma ortalama her masaya 4 yalnız erkek düşüyor ve bu arkadaşlar pusu kurmuş bir şekilde kendi görev yerlerinden geçen karşı cinslerin gözlerinin içine bakmaktan yemeklerini yiyemiyorlar. "mübalağa gerçeği sakatlamaz" sözünü hatırlatarak devam ediyorum ki aynı şeyi kızlarımız da yapıyor efendim. yani buradaki sorun badaklık ya da abazalık değil, kesinlikle yanlış anlaşılmasın. belirtmek istediğim şey metroda, otobüste, bakkalda vb... gibi yerlerde ömrünüzün geri kalan kısmında bir daha karşımıza çıkma olasılığı sineğin fili devirme olasılığından daha az olan bir insanla göz teması kurmanın manasının ne olduğu? di mi ama; hani diyorum bir gece klubündesinizdir, almışınızdır alkolü beyne beyne, sahte bir özgüven ve ardından kesersiniz en yakın hatun kişisini ve sonra tanışırsınız ve hedefe giden yolda çektiğiniz çile kutsaldır sizin için. evet tavlarsınız amiyane tabirle ve maç sayısını da atarsınız bir şekilde ama diğer taraftan bakkalda osman abinin önünde ve sonrasında olmayacak bir şey için neden aynı sahneyi oynarsınız?

içinizden "öylesine" ya da "alışkanlık" ya da "ben yapmıyorum ama yapanlar var ve abazalar" dediğinizi duyar gibiyim. belki kısmen doğru bu olasılıklar ama asıl cevaplar bunlar değil. yapıyoruz, çünkü beğenilmek ve ardından bunun verdiği hisle yalancı bir özgüven yaratıp günün sıkıntılarına kalkan hazırlamak istiyoruz. yapıyoruz, çünkü hala doymadık bazı şeylere ve güzel bir kız yada yakışıklı bir erkeğin bakışları bu dünyadan birazcık da olsa uzaklaştırıyor bizi. yapıyoruz çünkü giydiğimiz elbisenin ya da şekil verdiğimiz saçın karşı cinsteki etkilerini göz temasıyla anlamak istiyoruz. evet bunları yaptık bir zamanlar ya da yapıyoruz hala. ama söyleyin bana düşüncelerini bilmediğiniz ve bilemeyeceğiniz bir insanın gözlerinize 1 saniyeyi aşan bir süre bakması o anınızı nasıl değiştirebiliyor hemen, beğenildiğinizi farzedip kendi kendinize nasıl özgüven pompalıyorsunuz?... elbisenin yakıştığını, bacakların gerçekten güzel olduğunu, saçların yüzünüze gittiğini, tanışsanız yok demeyeceğini ve aslında bütün kız/erkeklerin size hasta olduğunu sadece bir kaç göz temasından nasıl anlıyorsunuz? hayır, anlamıyorsunuz. sadece inanmayı istediğiniz şey için yorum yapıyorsunuz ve öyle zannediyorsunuz, kendinizi kandırıyorsunuz çoğu zaman. diğer taraftan madaloyonun öteki yüzünü çevirip ne kazandığımıza bakalım; misal, restoranttayım, karşımda kız arkadaşım oturuyor ve diğer masada tatlı bir bayan ve onunda karşısında sırtı bana dönük erkek arkadaşı. bakışıyoruz kızla, göz teması kuruyoruz (evet sadakatsizin tekiyim diyelim). peki bana ne kazandırıyor bu bakışmak? yani kalkıp masadan diğer masaya gidip iki potansiyel katilin önünde telefon numarasını mı isteyeceğim kızın? hayır. o hadise aynen öyle kalacak ve gece bittiğinde elimde kabarık bir hesap faturasından başka bir şey olmayacak.

velhasıl-ı kelam, bu tespitlerim doğrultusunda her er yahut dişiyi zan altında bırakmak istemem, küçük bir yüzdecik yapmayanlar, ben neysem oyumcular ve yalancı özgüvenlere bünyelerinin alerjisi olanlar da var tabi ki. bunlara hürmetli ve latif selamlarımı sunup diğerlerine de bu yanılsamanın ve hayalin peşini bırakmalarını öğütleyip yazımın sonuna geldiğimi az sonraki noktayla anlamanızı istiyorum.

denemeler #3

SİYAH-GRİ-BEYAZ



Dünya var olduğundan beri her zaman süre gelen bir savaşa tanıklık etmekte. Bu savaşa kimileri haksızla-haklının, kimileri iyiyle-kötünün savaşı isimlerini takmışlar. Ama ismi takanın dünya görüşü, savaşta kazananın “iyi mi, kötü mü?” olduğunu belirliyor. Merak etmeyin! az sonra bu karmaşık cümle, yeteri kadar anlamaya hazır hale getirilip servise sunulacak deyip alt tarafa geçiyorum…




Her insanın beyninde küçüklükten beri yorum, adalet ve din kavramlarının temel kıstası olan iyilik-kötülük kavramı soyut olduğundan, genel geçer bir tanımı haiz olduğu gibi özel ve bireylere göre değişen bir çok tanıma da sahip. Kavramın içini doldurma işlemini ise, dünyanın ve yaşanılan bölgelerin, ekonomi, inanç, hukuk gibi temel olguları üstleniyor. Ve böylece bazı olaylar ve davranışlar teamülen kalıplaşarak, kalıcı iyi ve kötü kavramını oluşturuyor. Ve biz bunlara gelenek, görenek, ritüel gibi isimler takıyoruz. Örneğin toplumun genel ahlak yapısına ters olan bir eylemi gerçekleştirdiği için zina yapanı kötü olarak adlandırıyoruz. Tarihsel olarak geriye geldiğimizde; toplumun ahlak yapısının şekillenmesinde ise en büyük pay, insan üstü bir güce duyulan ihtiyaç, onun buyruklarına itaat etme çabası ve bu sayede oluşan dinlerin normlarıyla temelleri kurulan yaşamlar.




Başka bir boyuttan incelediğimizde, iyi ve kötü kavramını belirleyen diğer bir kıstasın varlığı ve yukarıda belirtilen, geneli etkileyen cinsten farklı bir tür olduğudur. Bu kıstas; spesifik aspekt denilen, kişilerin toplumdaki normlara göre yaptığı iyilik kötülük ayrımından farklı olarak kendi içsel dünyası ve kendi menfaat dengelerinin yönlendirdiği yorum mekanizmasını kullanarak yaptığı kıstastır. Şöyle ki, her insan kendi yorum yoluyla adlandırdığı kavramlara göre yaşar ve kendi hayat şartları, tarzı, egosal statükosu bu adlandırmayı etkileyen faktörlerdir. Fakir ve eğitimsiz bir aileden gelen bireyin hayat tarzı ve iç güdüleri kendi yorum mekanizmasını şekillendireceği için iyi-kötü kavramı spesifik aspekte göre belirlenir. Örneğin, fakir bir ailede ve çevrede yetişen birey, kendisine en ufak bir maddi fırsat sunan insanı iyi olarak nitelendirebileceği gibi varlıklı bir ortamda ve eğitimli olarak yetişen bir birey ise aynı kişi hakkında hemen iyi veya kötü kanısına varmayacaktır.Örnekler çoğaltılabilir...



İyi-kötü kavramlarının iki kıstasını da açıkladıktan sonra karşılaştırmaya geçersek eğer, bazen bunların çakıştığını, bazen ise birbirlerine paralel olduklarını göreceğiz. Bir toplumda genel kıstasa göre hırsızlık kötüdür. Ama hırsızın spesifik aspektine göre durum aynı olmayabilir yahut yine kötü olarak görülen bir hırsız, başka bir kişinin menfaatine yarayan bir iş yaptığında, o kişi tarafından kötü insan olarak tanımlanmayabilir. İşte menfaat-ekonomi yapısının toplumda bu kadar önemli olmaya başladığı son birkaç yüzyıldır spesifik aspekte göre iyiler çoğalmaya başlarken genel-geçer tanıma göre aynı şeyi söylemek çok zor. Çağımızda ise iyilik kelimesinin anlamı olması gereken olarak biliniyor. Kendini düşünen o kadar fazla ki, toplumda başkası için normal şartlarda, normal bir davranışta bulanana iyi demek çok olağan ve sıradan olmuş durumda. Diğer bir deyişle; iyi olmak için kötü olmamak yeterli, artı bir hareket yapmak gerekmiyor. Örneğin toplumda rüşvet kabul etmeyen bir memura hemen dürüst ve çok iyi insan yakıştırmasını yapıyoruz. Aslında o sadece görevini yapıyor ve o yakıştırmayı hak edecek artı bir hareketi de na-mevcut durumda olmasına rağmen.



Ben de diyorum ki, iyi-köyü ayrımına göre insanlar 3’e ayrılmaktadır. İyiler, kötü olmayanlar ve son olarak kötüler. İyiliğin genel ve değişmeyen tanımı ise, menfaati düşünülmeden yapılan olumlu davranış olduğuna göre çağımızda, ilk güruh olan iyilerin maalesef bulunmamasıyla birlikte, geriye kalan iki türün aralarında bulunan nispetsizlik de gelecek hakkında da mantıklı tahminler yürütmeye mahal vermekte. Ayrıma göre; kötü insan, egosuna ve iç güdülerine fazlaca kulak veren, menfaati için yaşayan ve bu yolda gerektiğine inandığı her şeyi yapan, kötü olmayan ise, temel ve değişmez ahlak öğretisi olan “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” kuralına göre yaşayan ve olması gerekeni yapan insandır.



Toparlamak gerekirse, ki bu tip denemelerde buna ihtiyaç duyulur, iyi-kötü savaşımı bu dünyanın en eski ve bitmeyecek mücadelesidir, ta ki insanlık yok olana kadar. İşte bu savaşımda tarafları belirleyecek olan merci ise 2 yönlü; birincisi, genel-geçer kıstas, diğeri ise spesifik aspekt. Ve bunlara bağlı olarak yapılan ayrımda ise; teori, insanların bu kavrama göre 3’e ayrıldığı, pratik ise çağımızda sadece 2 türünün kalmış olduğudur.

denemeler #2


YİNE Mİ FORMALİTE?
(17 eylul edebiyat dunyası'nda yayımlandı)



-naber ? valla özlemişin ya nerelerdesin?

-ay canım! inan aklımdan çıkmadın, projeleri yetiştirmeye çalışıyorum bu aralar. Sen nasılsın?

-iyiyim ya bildiğin gibi işte. Ekoya olanları duydun mu?

-aa nolmuş?

-sorma ya annesini kaybetmiş geçen hafta.

-ahh canııımm. Aramak lazm şimdi onu. Bak üzüldüm görüyo musun?

-hayat işte ölenle ölünmüyo. Neyse ya napıyosun bugun?

-bilmem bi programım yok aslında, Aylalara uğrayıp eve geçicem, sonra sabaha kadar proje yine.

-hmm ben de düşündümki bi kahve içeriz Aylalara geçmeden.

-aa süper düşünmüşsün. İyi olur valla.



Görüldüğü ve okunduğu ve yine anlaşıldığı gibi günlük, çoğu yerde kulak misafiri olunabilecek, hatta ev sahibi derecesinde muhabbete konu olabilecek bir diyalog. Peki acaba neden bu diyalog yukarıda ve neden az sonra yazılanlara kaynak? Cevaba geçmeden kısa bir geriye dönüş yapalım. (flaşbek yazınca garip durdu)

Seneler seneler, yıllar yıllar önceydi, henüz ilk insan dünyada ve onun soyu ona baba diyordu. İşte o zamandan beri insanlar dial bir şekilde iletişime girmeye ve doğa karşısında kendilerini var etmeye başladılar. Ama o zamanki diyaloglarla şimdiki dialoglar arasında değişmeyen nadir şeylerden bir tanesi bu yazının konusu.... formaliteler… biraz daha açarsak, yapılmak zorunda hissedilen, insanın çoğu zaman sorgulamadan boyun eğdiği davranışlar ve eylemler. bir nevi zihin kelepçeleri…



Tekrar yukarıdaki dialoga dönersek ve günlük rastlantısal olasılık hesabı yaptığımızda büyük rakamlara ulaşabileceğimiz cinsten olan bu tip konuşmalar yüz yıllardır insanları bir şeylere zorluyorlar. Belki zorunda hissetmeden yapıyoruz bunları ama aslında formalite davranışlar ve eylemler, bilmediğimiz ya da düşünmediğimiz bir kaynaktan çıkıyor ve iletişimimizdeki sahteliğin müsebbipleri oluyorlar. Örneğin, diyalogda, özlediğini söyleyen ve karşılığında kendisininde aynı durumda bulunduğunu belirten formalite insanlarımız. Bunu neden yapıyorlar ya da yapıyoruz? Yani özlemeden, özlüyoruz diyoruz, “naber?” diyene iyiyim demek bir görev oluyor bazen, tanımadığımız birinin ölüm haberini duyduğumuzda maksimum 10 dakikalığına belleğimizde yer edinecek geçici bir info için yalanlar söylüyoruz, üzülmüş gibi yapıyoruz. Peki bunları neden yapıyoruz? Neden “naber?” sorusuna düşünmeden iyiyim diyoruz ya da ölüm lafında duygularımızı dinlemeden refleksle ve ünlemlerimizle diyalogları süslüyoruz? Çünkü zihin kelepçeleri ilk insandan beri bizimle. Diğer bir değişle, ilk insandan bu yana gelen güvensizlik ve yalnızlık duygusu, formalitelerin kaynağı. Yasak elmanın yenilişi ve kendi iradesiyle sorumlu tutulmak zorunda kalan insanlık, dünyaya yalnız geldi ve güvensizlikler, acılar içinde büyüdü, olgunlaştı ve kendini var etmeye çalıştı. Ve bu sayede insanlar hayatta kendi zırhlarını kendi sahtelikleriyle oluşturdular ve bu güvenlik sistemi, tedricen bugüne kadar kalıplaşarak yorum mekanizmasını devreden çıkardı ve sorgulanmaksızın bugüne kadar genlerimizde yolculuk yaptı. Ezcümle, güvensizliğimiz yalnızlığımızdan kaynaklandı, kendine kalkanlar yaptı ve insan ilişkileri giderek kalıplaşmaya ve duygusuzca kurulan cümlelerle sahteleşmeye başladı. İşte bu süreç içerisinde formaliteler oluştu ve reflektif olarak “ölüm” lafı .geçtiğinde üzülmek, “nasılsın?” sorusu sorulduğunda karşıdakinin durumu merak edilmemesine rağmen karşılık olarak “sen nasılsın?” demek ve bunun gibi bir çok klişe, hayatta kalıcı yerlerini edindiler.



“E biz bu formalitelerden şikayetçi değiliz. sanane kardeşim, sen işine baksana!” diyenlere, bundan sonrakileri okumanın zaman kaybı olacağını söyleyip bir diğer paragrafa geçiyorum.



Bu bölüm formalite düşmanları için…



Yukarıda dediğim gibi güvensizlik ve yalnızlık korkusunun, şekil değiştirerek sahteliğe neden olması ve bu nedenle dialoglarımızın kalıplaşmasını engellemek için, yani zihin kelepçelerini kırmak ve bu sayede her anlamda özgürlüğü dilinden düşürmeyen insanları bile esareti altına alan formalitelarden uzaklaşmak bizim elimizde. Yapacağımız sadece doğruyu söylemek ve içimizde egemen olmaya çalışan kaybetme duygusuna yenilmemek. E peki ne olacak bunun sonucunda? Cevap komplike biraz, (genellikle paragraflarda “cevap basit” ya da “cevap çok açık” yazılır.) şöyle ki, yüz yıllardır süregelen korkularımıza, alışmışlıklarımıza, tabulara ve klişelere özgür irademizle ve kendi düşüncelerimizle gereken cevabı verip daha şeffaf ve daha sahici muhabbetlerin, diyalogların muhatabı olacağız.


denemeler #1




İNSANİ DEĞERLER VE ÖN YARGILAR


değerleri ve olguları, insan tanımlar...

bu dünyada zenginlik, fakirlik yahut ahlaksızlık.... bunların hepsi insanın yorumuyla anlamlanmıştır. yani insan hayatının gerekleriyle ve ihtiyaçlarıyla. birisi için zenginlik ne kadar önemliyse, diğeri için o kadar önemli olmayabilir. her birey kendi çerçevesinden bakar dünyaya ve hayatı kendi paletiyle renklendirir. paletteki renkler; onun edindiği deneyimler, bilgilerden oluşur ve bu renk skalasında her insanın yorumu kendine göredir. birisine; "o ne kadar sağlıklı, keşke onun yerinde olsam!" demek, kendi sağlık tanımımız doğrultusunda yorumumuz ve o kişiye yönelttiğimiz ithamımızdır. belki de o kişinin sağlığı için mutlu olmasını engelleyecek önemli bir sorunu olabilir yani paletindeki renkleri, hayat resminde kullanırken sağlık olgusunu boyamamıştır. biraz daha açarsak, sağlıklı addedilen insanın geçim sıkıntısı varsa, o hiç bir zaman sağlığının kıymetini bilemeyecektir. binaenaleyh, insanı doyuramayız ve kendisinde olanlarla yetinmesini bekleyemeyiz.


70'lik bir ihtiyar için sağlık, 20'lik bir delikanlı için farklı anlamlar içerir. ve ne kadar gülünçtür ki, insan her şeyi kendisine göre anlamdırır. bu aşamada dine ve tanrı'nın dünyaya bakış açısına değinmek gerekirse, ortada salt soyut kavramlar vardır ve bunları somutlaştıran birey, sadece kendi hayat resmini çizer ve o çerçeveden izler bütün dünyayı. yani onun için dünya kendi bilincindeki dünyadır ve genel-geçer olgular, bireyin süperegosu ve egosu arasında çıkan çatışmalarla özel-kesin olmaya başlar.


zamanın birinde bir ihtiyar, hep yokluk içinde yaşadığından mütevellit tanrı'ya şikayet eder ve sitemde bulunur. ne varki tanrı, para ve varlık kavramını dünyaya içi boş gödermiştir. ihtiyarın sitem edeceği mercii tanrı değil, zenginlik ve para gibi soyut olarak gönderilmiş olguların anlamlarını bütün dünyaya dayatarak tanımlayan topluma olmalıdır. tekrar ihtiyara dönersek; tanrı, ona bu durumu anlaması için büyük bir hazine vakfeder. ama ihtiyar bu sefer de az ömrü kaldığından ve zamansız gelen zenginlikten yakınır. emin olun ki, tanrı ona tekrar gençlik bahşetseydi, bu sefer de kendi paletindeki renklerle tekrar sorunlar yaratıp yakınmaya devam ederdi. hülasa, diyebilirizki kendi yaptığımız resimler neticesinde tanrı'ya yakarmak, agonun bilinci ele geçirmesinden başka bir şey değildir. artık kesinleşmiş tanımlamalar yüzünden ise belki de sorunlarımızın en büyük müsebbipleri ilk tanımlamaları yapanlardır. olamaz mı?


diğer ve son örnek ise labirentteki farenin akıbeti ve ahvali hususunda. dünyada 3 çeşit insan vardır. bunların en zavallıları, labirentte olduklarını bilmeyerek, peynir nereye konulursa sorgulamadan ve araştırmadan, dogmalarıyla onu kovalayanlardır ve bunlar, peyniri koyan elin çizdiği sınırlar dahilinde yaşarlar. ayrıca kendi hayat resimlerinde kullanacakları renkler de sınırlıdır. ikinci güruh ise; labirentte olduğunu bilip, çıkmaya uğraşmadan her şeyi oluruna bırakanlar, boyun eğenlerlerdir. ne yazık ki bunlar da kendileriyle savaşmaktan ve uğraşmaktan labirentten kurtulma fikirleri üretemezler. 3.cü ve az bulunan insan grubu ise, hem labirentte olduğunun farkında, hem de labirente üstten bakıp, olaylar ve diğer insanları sorgulayan, yorumlayan insanlardır. gerektiğinde peyniri kullanıp diğerlerini dize getirebilirken, gerektiğinde de labirentte yaşamaya ara verip kendi çerçevesinden olayları izlerler. ve yemin ediyorum ki, ne pahasına olursa olsun, bir gün labirentin dışına çıkıp üstten bakacağım. belki de çok yaklaşmışımdır. kim bilir?





E.K. (30.05.07)