left kanilski | yazmak, kendine alışamamaktır!: lirik edebiyat


lirik edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
lirik edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

lirik edebiyat #7 (23.01.10)

HADİ, YALANLAR SÖYLE BANA!

Odasının zor kapanan kapısını ikinci denemede kapattıktan sonra, paltosunu çıkartıp yatağının üstüne attı ve buz gibi havanın ona armağan ettiği titremeler birazcık dinsin diye kaloriferin önünde ayakta dikildi. Camdan dışarıyı izledi bir süre. Ardından eklemlerinin çözüldüğüne karar verdiğinde masasına oturup, geçen doğum gününde en sevdiği kafede en sevdiği insan tarafından verilen küçük ev biblosuna daldı. Sonra ne zamandır yapmadığı şeyi yapacak birikime sahip olduğunu kanıtlarcasına önünde duran Virginia Woolf’un “Deniz Feneri”ni kenara itip, üst raftan beyaz bir kâğıt ve onun yanında duran sarı ayıcık desenli kupasının içinden pembe renkli, kokulu silgili kalemini aldı ve o an bilincinden ne geçiyorsa kâğıda döküverdi.

“Gerçekler bu kadar acıtırken, yalan kadar masum ne olabilir hayatta?
Hadi, yalanlar söyle bana!

Ucu görünen bir tünelde, belki de son nefesimi içime çekiyorken şu an, “mutlu olmak hakkım değil mi” diye soran acaba kaç insan var benim gibi?

Gerçeklerin vereceği güvene tutunmaktansa yalanlarla uyuşmaya tâlibim. Öyleyse
hadi, yalanlar söyle bana!

Bensiz olamayacağını söyle.
Beni önemsediğini söyle.
Varlığımdan yararlandığını söyle.
Bir işe yaradığımı, birinin hayatında onu hayatta hissettirebilecek bir yerim olduğunu söyle…

Bedenim fâniliğinden haberdar ve huzursuzken, bir an olsun oyala beni şu hayatta.
Bana âşık olduğunu söyle.
Beni arzuladığını söyle, teninin tenimi istediğini söyle.
Sevildiğimi bileyim.
Bunlar sayesinde hayatımda ilk defa, birkaç kısa dakika için de olsa yaşamanın ölmekten daha iyi olduğuna inanayım…

Gerçeklerle başım dertte bu aralar. Her şeyin hiçbir şey olduğunu kavrayana kadar ne güzeldi akşamlarım, ne temizdi hayallerim. Bir erkeğin beni ben olarak sevmesiydi tek istediğim. Ve bulmuştum o adamı. Fakat…

Meğer kendi hayâlime‘âşıkmışım.
Meğer kendimde gördüğüm eksikliklerden ve sahip olmak istediklerimden bir adam yaratmışım. Babam gibi kararlı, güçlü ve zeki…
Gerçekliğin dokunuşuyla hayallerden uyandığımda daha iyi anlıyorum olan biteni. Galiba bütün derdim sevilmek, önemsenmek ve ilgi görmekmiş.
Baba evimde ısındığım sıcaklığa benzer bir sıcaklık aramışım, büyük binaların, geniş caddelerin, sert insanların soğukluğunda.

Acıyorum kendime ama bir yandan da…

Yalanlar istiyorum. Beni bir an olsun bıkmışlığımdan ve bırakılmışlığımdan kurtaran yalanlar. Beni birazcık mutlu edecek olanlardan. Yalan olduğunu bilsem de bilmesem de bir şeyin fark etmeyeceğini biliyorum. Bir zaman önce gerçek olmadığını bildiğim birçok şeye gerçek dedikten sonra bilmişliğimin bilmemişliğimin ne önemi var? Öyleyse,
hadi durma, yalanlar söyle bana! Benimle ilgili olsun. Bana beni anlatan, bana, benim bilmediğim bir beni anlatan. Birazcık da onlarla yaşayayım.

Hadi!”

Kâğıda birkaç gözyaşı damlasa da hâlâ yazmak niyetindeydi. Lâkin, önce akmak için direnen burnuna bir çare bulmalıydı. Bir burun çekme sesine, bir de horlama sesine sinir olurdu. Kafasını kâğıttan kaldırıp, etrafına bakındı. Paltosunun yanına çantasını da atmış olabileceğini düşünüp yatağın üstüne göz gezdirdikten sonra, komodinin önünde duran çantasının fermuarının açıp elini diplere daldırdı ve kâğıt mendil çıkardı. Burnunu sildi. Gözlerinde hala akmamış yaşlar varken tekrar sandalyesine oturdu. İçeriden ev arkadaşının ona seslenişini duyunca, yazmaktan vazgeçti. Kâğıdı çabucak katlayıp raftaki rastgele bir kitabın arasına koydu ve gözyaşlarını parmaklarıyla yok etmeye çalışıp, hafif çatlak bir sesle “efendim canım!” dedi. Bir saattir ne yaptığı sorusunu duymamak için de, “Deniz Feneri”ni eline alıp en son kaldığı yeri açtı ve okuyormuş gibi yaptı.

lirik edebiyat #6 (16.11.09)

HEMEN ŞURACIKTA



Bakışlarında kendini belli ediyor tutkuların, mimiklerinden okunmaya başlamış bile kirli arzular.

Niyetin ve emelin bu kadar anlaşılıyorken ne gerek var cümlelere?

Ne gerek var oradan buradan konuşmalara?

Bize ne Ayşe’nin kıskançlık krizlerinden, bize ne Ahmet’in Ayşe’ye yaptıklarından?

Ya da bize ne gereği var hangi şarkıyı dinlediğimizin, hangi kitabı okuduğumuzun?

Hemen soyunup şu işi şuracıkta bitirsek ya…

Susamış olan hiç bardağın köşesine, kenarına dikkat eder mi? Oyalanmadan içiverir kana kana.

Hadi gel!

Evim yakın.

Hemen şuracıkta!

lirik edebiyat #5 (01.11.09)

İHTİYAR VE ÇOCUK

Yaşlı adam yavaş adımlarla çocuğun yanına yaklaştı, kısık ve iknâ edici sesiyle;

-Her şeye hayret etmen güzel. Her şeyi bilmeye çalışman da güzel ama insan bir yerden sonra dur demeyi de bilmeli. İlmin fazlası yem gibidir. Bolluğu doymaktan öteye geçtiğinde çatlatır hayvanı. İlim de akıldan nâkıs olmalı öyleyse. Her terâzinin kaldırabileceği bir ağırlık vardır.

Çocuk güler yüzle karşıladı bu çokbilmişliğinden memnun ihtiyarı. İhtiyarın sözleri bitene kadar gözlerini el-kol hareketlerinden ve mimiklerinden ayırmamaya dikkat etti. “Bir şeyleri anlatırken aynı zamanda yaşıyor ve hissediyor sanki” diye düşündü. Bir ara ihtiyarın uzun ve kıvrılmış kaşlarının uzunluğunu görüp içinden gülmek geldiyse de yaşlılara saygı öğretilmişti ona. Gülemezdi. Gülücüklerini ahlâkının altına sıyırdı. Bir çocuktan beklenmeyecek ciddiyetle karşısındakinin her söylediğini dinlemeye çalıştı. İhtiyarın kelimeleri arasındaki uzun boşluklar bir süre sonra merak uyandırmaktan çok sıkıntı vermeye dönüştüğünde ihtiyar son noktayı koymak üzereydi…

-Dediklerim kulaklarına küpe olsun evlat. Geçici kılınmış bir hayatta kalıcı olanı bulmaya çalış daima. Büyüklerin tecrübeleri cevap anahtarları gibidir. Onlar aklının hep bir köşesinde bulunsun e mi?

-Yaşanmışlıklar gerçeği vermez hiçbir zaman. Onlar sadece, sizin yolunuzu kaybetmemeniz için ardınızda bıraktığınız ekmek parçalarıdır. Benim de sizinle aynı yolda yürüyeceğimi size düşündüren nedir?

-Aklın yolu birdir evlat. Biraz daha büyüdüğünde anlayacaksın bunu.

-Yani siz diyorsunuz ki, belli bir yaşa gelindiğinde artık mutlak hakîkate ulaşacağım. Peki neden hakîkati bulmak zorunda insan? Hakîkat bulunduğunda bildiğinizi sandığınız şey uyuşturmaz mı sizi daha sonra? Yolun sonuna geldiğinizde ne heyecan verebilir ki artık… Hem insan soğuk aklına güvenseydi daîma, güçlünün güçsüzü öldürmemesini ne sağlayacaktı? Yani demek istediğim, güçsüzün elindeki her şeyi almamın beni zengin etmesi çok akıllı bir tercih olabilecekken, beni durduran şey kendimi onun yerine koymam değilse nedir? Onun durumunu duyumsamam ve hissetmem, duygularımın içimde titremesi nedeniyledir. Öyleyse gerçeğin çeşitliliğini kabul etmek zorundayız. Akla avans vermeyi de bırakalım.

-Sen çok yanlış yollara düşmüşsün çocuğum. Sana kimler ne söylemiş yahut neler okumuşsun böyle? Kim kirletmiş mâsumiyetini? Kim soruyor sende bu soruları? Bir çocuktan doğabilecek cüret ve cesâret değil bu!

-Yanılıyorsunuz efendim. Asıl bir çocuktan çıkar cesâret. Çocuk cesurdur ve gözü karadır. Görüntünün arkasını merak eder hep. O alışkanlıklarının ve beklentilerinin esiri olmamıştır henüz. Her gördüğü ve duyduğu, onu yeni ufuklara, yeni ışıklara yönlendirir. Her şeyi bildiğinden, gördüğünden ve gerçeğe ulaştığından şüphe duymayan bir ihtiyarın kendi kabuğuna çekilmişliği ve eminliğindeki yazgı köleliği yoktur onda. O bilginin kölesi değildir. Olmak istemez de. Zira bilgi, önceden belirlenmiş bir hedefin aracı değildir. İhtiyaç olunduğu ve bilindiği kadar işe yarar. O amacın kendisidir çocuk için. Affedersiniz ama, sizin akıl dediğiniz şey, sizin bizlere taşımamız için zorladığınız yüklerden oluşmuş bir aygıttan ibârettir ve görevi; duyduğumuz, gördüğümüz, kokladığımız, tattığımız ve hissettiğimiz şeylerin arasından var oluşumuzu devam ettirmek için o anlık bir plan çıkarmaktır. Akıl sadece verileni dizer, verileni sıraya koyar, onlardan o an için gerekli bir doğru yaratır. Sonra o kabulünün üstüne, yeni yahut onlardan kaynaklanan kabuller ekler. Hepsi bu! Ve ne yazık ki sadece yaşamak için ihtiyacımız olan aklı, siz ve sizin gibiler, onun böyle bir iddiası yokken başlı başına doğrunun ve hakîkatin garantisi kıldınız. Hep gerçeği zikrettiğini ileri sürdünüz. Size bu izni kim verdi? Aklın büyüklüğünü yine aklın kendisiyle kanıtlamaya çalıştığınızın çelişkisini görmüyor musunuz?


İhtiyar bu sorulardan sonra kendi hakîkatinin yıkılışını filan hissetmedi. Tam tersine çocuğun içine düştüğünü iddia ettiği derin çukurda kendisinin bulunmadığına şükredip, “yazık evlat, çok yazık!” diye mırıldanarak çocuğun yanından uzaklaştı. İhtiyarın söyledikleri doğru mudur, yanlış mıdır? Yahut bizi başka düşüncelere yönlendirir mi bilinmez ama, söylediği bir şey aşikârdır; Çocuğu bir şey konuşturur. Onun kelâmları, yüzyılların biriktirdiği bir intikamın tezâhürleridir ve onun sesinde can bulmuştur. Bir şeyi bilmenin yahut bilmişliğin karşısında her zaman değişmenin ve devinimin yararlılığını gösteren bir düşünce egemendir çocuğa. Onda Spinoza konuşmuştur belki, Hume replik vermiştir bir süre. Son sözcüklerinde arkasında duran ise Nietzsche olmuştur. Yaşlı dostumuzu konuşturan şey ise, hâlâ birçoğumuzun içinde mevcut. O inanç ki, kalıcılığının değerini gözümüze sokmak istercesine benliğimizle devamlı mücâdele halinde. Cümleleri emirgen, söyledikleri ise kesinliğinin ve gücünün kanıtı. Hatta, insanın içinde bir kaya, bir türlü sürüklenmeyen ve onu hep aynı yerde kalmaya mahkûm eden.

lirik edebiyat #4



HİÇ VE HER ŞEY

Nasıl istersen öyle olurum... Yatakta mutlu eder, kocan olurum. Yalnızlıktan çektiysen sahibin olurum. Olmasını istediğim şeyler olabilecekse ben yine istediğin gibi olurum. Rol yaparım. Güldürürüm. Mış gibi davranırım saatlerinin keyfini çıkartırsın. Hem mutlu olursun böylece, sıkıcı gelmez hayat, değişikliğin olurum. Aşk istersen gırla veririm. Zor seviyorsan sertleşirim. Kontrol heveslisiysen kayıtsız kalabilirim. Hiç olurum, mutlu olursun. Hep hiç olurum o halde, istediğin sürece kullanırsın. Aslında sen neyi istediğini biliyorsan ben de öyle olurum. Olmasam da olurum. Bir yolunu bulurum. Dertliysen yahut sinirliysen pek dolaşmam yanında, gözüne gözükmem istemediğin sürece. En az beğendiğin elbisen gibi bir köşede dururum. Dedim ya sonucu düşünürüm ben. Olmasına arzuladıklarım olacaksa şayet, zaman kaybı değilse seninle zaman, ben kılıktan kılığa girer eğlencen olurum. Oyuncağın olurum oynarsın benimle. Senin istediğin boyalarla ve senin kullandığın fırçayla resmolurum. Hiçbir şey de belli etmem hani, sen farkına varmadan değişirim. Hissetmezsin bile, “acaba bir terslik mi var bu işte” diye. Maksat mı? Sormasaydın söylemezdim ama dil bu kolay kanar. Ben istediğimi aldığımda, sen daha doyamadan ben çoktan gitmiş olurum. Seninle hiçliğimden sıyrılıp ben yine her şey olurum. Yalnız başına olurum. Avını yemiş, serin bir gölgede kestiren aslan gibi keyifli olurum. Sonra yeni bir kurban bulurum. O nasıl isterse ben yine öyle olurum...

lirik edebiyat #4


TATLI DİLİN KUKLASI

Gizlice izledim önce, fark ettirmeden tasarladım her şeyi… sabırla bekledim… ve artık vakti gelmişti, susamıştın çünkü.

Zehri şarapla süsledim tadını bozmayacak bir şekilde ve huzuruna sundum içimdeki derin istekle. Yılan yerine koydum seni, sinsi ve kandırılması elzem olan. Yudum yudum yaşadın şarabı, ilk önce tatlı bir esinti hissettin bilincinde, hafiflemiştin. Gitgide esrimeye başlıyordun ve bu ilk önce korkutsa da seni, hoşuna gitmeye başladı en sonunda. Kadehten yansıyan aksin sen değildin artık, o başkasıydı. Tatlı sözcüklerim, varoluşuna hitaben ettiğim iltifatlarım ve hakkında düzdüğüm methiyelerimle bütün kalelerini fethetmeye başlamıştım, senin kişilik muhafızların için telafi edilemeyecek bir tehlikeydim artık. Nihayet kalkanlarını bırakıp mutlak bir rehavete kapıldın daha sonra, savunmasızdın ve hamleme muhtaçtın. Bundan böyle karanlık fantezilerimle, kirli düşlerimle yönetebilirdim seni ve öyle de oldu sonunda. Vicdanın oldum önce, ardından karakterin oldum… ve tanrın oldum.

lirik edebiyat #3

DİKOTOMİ PERDESİ
Hastalık: sen! Övüldükçe hoşlanan, uğrunda göz yaşları dökülen, varlığı için servetler ödenen şey misin? Ha, sen misin o? Ben seni daha ulvi, daha şatafatlı, daha tanrısal bekliyordum. Duyduklarımdan sonra baya merak etmiştim seni, neyse ki ferahladım şimdi. Kuruntularım yersiz çıktı.

Sağlık: evet! Ben... o övülen, ulaşılması güç olan ve ayaklarına servetler dökülen yüce güç. Ya sen kimsin? Kimsin de benim hakkımda kendince düşüncelere dalıp tanrılara öykünüyorsun. Senin olduğun yerde hiçbir bitkinin bitmeyeceğini, hayvanların doğmayacağını ve insanların mutsuz olup kahrolacağını bilmiyor musun? ya da bu kendini bilmezliğin, nefret dolu kinin kaynağı ne?

Hastalık: bir şeyi unutuyorsun sayın yüce güç. (gülerek) yüce güç… haahhahaha! Unuttuğun şey, ben olmadığım sürece senin hüküm süremeyeceğin.

Sağlık: küstah! Buna nasıl cüret edebiliyorsun? yaptıklarım ortada değil mi? yeşeren otlar, açan çiçekler, sevişen insanlar hep benim eserim, benim ürünüm. Ben elimi birazcık çeksem, vahim bir umutsuzluğa, gaileye düşüyorlar. Sen bunları bilmez misin ki hala değersiz varlığın hakkında konuşuyorsun?

Hastalık: işte böyle süslü cümlelerin gibi, onlara da sunduğun gösterişli yanılsamaların var. Dene bakalım, uzun bir süre onlarla ol. Bak bakalım sana olan saygıları kalacak mı? senin peşinden bir daha gelecekler mi? o zaman değerin, günahkar bir fahişeden fazla olmayacak. Zaten bunu bildiğin için bir süre sonra elini çekiyorsun onlardan. Onları önemsesen, benim ellerime bırakmamak için savaşırdın. Desiselerinle ve sahte oyunlarınla hayatlarına hükmetmezdin.

Sağlık: sen çıldırmışsın! Söylediklerin o kadar saçma ve yersiz ki…

Hastalık: yine aynı şeyi yapıp, laflarımı geçiştirmeye çalışıyorsun. Tıpkı o masumlara yaptığın gibi. Oyalayıp oynuyorsun onlarla. Kendini tatmin etmekten başka bir işin yok. Acizsin!

Sağlık: kendine gel! İblis! Sen kendine bak önce, kendini tanı. Soylu olduğundan, ihtirasları ve tutkuları öldürdüğünden söz ediyorsun her yerde. Senin hüküm sürdüğü yerlerde, yalan olmazmış, insanlar acıya dayanıklı olup erdemli olurlarmış. Kendilerini bulurlarmış… (gülerek) hah!... aman ne ala! Ne de güzel kandırıyorsun onları. Evet, asıl sen oynuyorsun o budalaca oyununu. Onlar kendilerini ahlaklı, erdemli ve bilge sanıyorlar. Sen onların beyinlerine giriyorsun, vücutlarında çalışıyorsun ve düşünmelerini engelliyorsun. Şimdi karşımda onların doğruyu bulduklarını nasıl savunursun? Senin olduğun yerde doğru nasıl çıkar? İnsanlar sana kanıp, acı çekerek hayata karşı huzurlu ve erdemli oldukları sanrısına nasıl düşerler anlamıyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, sen büyük bir sahtekarsın. Hatta…

Hastalık: orada dur biraz! Ses tonunu beğenmediğimi söylemek zorundayım. Benim üstümde değilsin, benden daha değerli de değilsin. Onun için bana değersizmişim gibi davranma, sesini yükselterek konuşma ve en önemlisi asla beni hafife alma. Çünkü, ben gücümü tamamen çektiğim anda, insanlık seninle baş başa kalacak ve bir süre sonra yok olacaksın. Hiçlikle malul olacaksın.

Sağlık: kendini dev aynasında görmeye çok alışmışsın, birkaç kendini bilmezin ritüelleri, sana bağlanmaları belli ki gözlerini kapamış, şımartmış seni. Hala elimdeki güce saygı göstermeyecek kadar da basiretsizsin. Kızınca neler yapacağımı bilmiyor musun?

Hastalık: biliyorum. Beni yok etmek için alabildiğince çalışmak, propaganda yapmak. İnanıyorsun ki, sen ebediyen hüküm sürme kararı alınca, ben ortadan yok olacağım. Hah! Saçmalık! Asıl bir zaman sonra senin tahtın sallanacak. Ben olmasam da evren, doğa senden sıkılacak, başka şeyler bulup seni yine çatışmaya sürükleyecekler. Yani şunu anlamalısın ki, ben olmadan, sen olamazsın. Varlığın benim irademe bağlı.

Sağlık: daha fazla konuşup, seni ikna etmeye çalışmayacağım. Çok açık ki, sen laftan anlamaz, mantığı olmayan ve kendini benimle aynı kefeye koymaya çalışan değersiz bir gafilsin. Seninle tartışıp, varlığımı yanında harcamak istemiyorum. Zaman her şeyi gösterecek ve sen, kandırmaya çalıştığın insanlarla birlikte bir gün yok olacaksın. Benim egemen olduğum evren ve onun insanları düşünecekler. Onlar ölümsüz olacaklar.

Ölüm: siz ikiniz! Çabuk defolun buradan! Ben varken size söz düşer mi ha? Karanlık, yapay birer gölgeyken nasıl olur da hakikat sanırsınız kendinizi? Söyleyin bre mel’unlar, söyleyin! Ve şimdi bütün ebediyetimle, geçici varlığınızı yok etmeden, kaybolun gözümün önünden!!!

lirik edebiyat # 2

KÖSNÜL SİYAH VE MASUM BEYAZ

sadece benim için de olsa varlığı, son nefesimin soğuk ve karanlık hayalini unutturuyor masumiyetin...


duvarında bir resim yalnız evimin ve resimde bir kadın. şarap kırmızısı elbisesi beyaz teni için yaratılmışçasına hüküm sürerken vücudunda, bütün asaletini ve hükmünü onun gerdanı için saklamış olan inciler göz alıcı bir şekilde parlamakta. kadının davetkar gülüşü, rüzgardan şikayetsizce dalgalanan siyah, kıvırcık saçları ve en kırmızısından dudakları eşsiz, tahrik edici. fakat resim işte yine de. ne kadar gerçek olabilir ki, boyaları, tuali ve çerçevesiyle. ne kadar tatmin edebilirki beni bu gece? bir anlık ateşle yansam da, şehvetli günahlara sürüklensem de hakiki ben değilim bunların hiç biri. özümde susamışken doğallığa ve gerçekliğe, bir gölgenin ateşinden medet ummak susuzluğumu arttırmaz mı daha çok?

Ve sen... senin kendi halindeliğin ve doğallığın, o kadar sahici, o kadar benzersiz ki. bahsetmeliyim herkese, anlatmalıyım her yerde ve dilimden dökülenlerle bir kez daha ısınmalı içim, yüzüme gelmeli tatlı bir gülüş ve korkularımdan arınıp, sorunlarımdan soyunup akışına bırakmalıyım kendimi hayatın sularına... seninle.

lirik edebiyat 1


ZAMAN-MEKAN-DÜŞMAN



Saat… 04:00, ve girmiyorsa uyku gözüne, bir türlü bitmiyorsa gece, gündüzden bir şey bekleme, bir güneşle bitmez derdin. Kabul et artık acının egemenliğini, ışık sadece görebilenler içindir, senin karanlığına neden hükmetsin ki? Düşünceler beynini yiyip bitirirken, körlüğün o ışıktan nasıl medet umsun?

Yer… istasyon, ve gelmiyorsa beklediğin tren, uçsuz bucaksız raylara umutsuzca bakarak hayıflanıyorsan terk edişinden, gitmeyi umduğun yer gitmeyi istediğin yer değil artık. geri dönmek için hala şansın var. Gururunu ve kırılmışlığını yoluna devam edecek olan rüzgara bırak, trenle gitmesi gereken onlar, sen değil.

Düşman… deniz, ve bilmiyorsan yüzmek, bildiğin ve böbürlendiğin onca şey bu küstah korkunu yenmene yardımcı olabilecek mi? boğulmamak için yüzmeyi denememek, denizi düşman telakki etmek, öleceğini bildiğin için yaşamamayı seçmeni de gerektirmez mi? korkuların için bir deryadan, bir hayattan vazgeçmek seni sen yapan şeyi, iradeni inkar etmektir, yadsımaktır. Ölmesi gereken sen değil, korkuların. denizin huzur veren sesini, dalgalanan nefesini hissetmek için daha ne bekliyorsun?