left kanilski | yazmak, kendine alışamamaktır!


yaza merhaba iletisi

YAZ-IK BİR KIŞ VE NİHAYET YAZ














geçen kocaman bir yıl ve zihinlerde yerini şimdiden edinen tatil planları...

evet nihayet haziran, güneş sisteminden aldığı yetkiye dayanarak tüm sıcaklığıyla türkiye'nin çoğu yerini 30 gün boyunca ısıtacak ve her zamanki gibi zor geçen kışın ve sonbaharın yünlü ve uzun kollu elbiseleri, raflardaki yerlerini kısa ve ince olanlara bırakacak. diğer taraftan, derslerden bunalan bünyelere; soğuk ve bol köpürcüklü gazoz niyetine göz kırpan yaz havaları ve işlerin sıkıntısından bütün yılı hesap makinesi gibi geçiren vatandaşa da haziran ve onu takiben gelecek kavurucu aylarda alacakları rahat ve huzurlu bir nefes, bütün yılın yorgunluğunu unutturacak.



dondurma külahları dolacak, su topları hevesle şişirelecek, mayolar ve bikiniler en son ikamet ettikleri yerlerden çıkartılacak ve denenip, kışın ne kadar yan gelip yatıldığı ve kalçaların ne kadar büyüdükleri tespit edilecek. ayrıca gazetelerden tatil ilanlarına bakılıp, bütçelere göre arabalara atlanıp yazlık mekanlara akın edilecek....

bunca çeşitli plan ve yapılacak şeylerin içinden benim seçtiğim tatil planı ise eğer gerçekleşirse, belki de son yıllarımın en zevkli tatili olabilir. sayfayı post-it niyeti tasavvur edip başlıyorum efendim....

1- finaller bitecek ve kısa bir gaziantep ziyareti
2- Çin'in iÇİNe doğru için için bir yolculuk
3- dönüşte kısa bir mersin seyahati
4- bir kaç arkadaşla 5 yıldır planladığımız çeşme'ye yahut rus vatandaşların ikamet ettikleri diğer güzide tatil beldelerimize gidilecek.
5- istanbul'a dönülüp staja başlanacak
6- (her an doldurabilirim, çok pis gaza geldim)





ve belirtmeye lüzum bile görmediğim, zaten her yaz planımın içinde olan şeylerden; ilk olarak tatil yapılan mekanda göz gezdirilip tatlı, çıtı pıtı, tercihen ailesiyle yaşamayan, helal süt emmiş olmasa da sütten ağzı yanmamış bir hatun kişisi bulunup, gözlerinin içine bakarak yaz aşkım şarkısı söylenecek, hala okumam gerektiği konusunda bir yerlere not ettiğim kitap isimleri listem bulunup, kitapcı amcaya gösterilecek ve yaz boyu ilim-irfan öğrenilecek, deli gibi yüzüp manyak gibi yiyip, angut gibi uyuyup, gamsız gibi kahkahalar atılacak ve tabi ki yazın gördüğüm, edindiğim ve yazıya dökmek istediğim her şey, yine bloguma yazılacak...















evveett bunca şeyi yaptıktan sonra eylül ayını ve tatil biterkenki hüznü şimdi hatılamak bile istemeyip yazıma son noktayı koyarak, dönemin son blogunu da YAZıyorum efenim. YAZın yine buralardayımmm, unutturmayın kendinizi bol bol mesaj YAZın!

denemeler #1




İNSANİ DEĞERLER VE ÖN YARGILAR


değerleri ve olguları, insan tanımlar...

bu dünyada zenginlik, fakirlik yahut ahlaksızlık.... bunların hepsi insanın yorumuyla anlamlanmıştır. yani insan hayatının gerekleriyle ve ihtiyaçlarıyla. birisi için zenginlik ne kadar önemliyse, diğeri için o kadar önemli olmayabilir. her birey kendi çerçevesinden bakar dünyaya ve hayatı kendi paletiyle renklendirir. paletteki renkler; onun edindiği deneyimler, bilgilerden oluşur ve bu renk skalasında her insanın yorumu kendine göredir. birisine; "o ne kadar sağlıklı, keşke onun yerinde olsam!" demek, kendi sağlık tanımımız doğrultusunda yorumumuz ve o kişiye yönelttiğimiz ithamımızdır. belki de o kişinin sağlığı için mutlu olmasını engelleyecek önemli bir sorunu olabilir yani paletindeki renkleri, hayat resminde kullanırken sağlık olgusunu boyamamıştır. biraz daha açarsak, sağlıklı addedilen insanın geçim sıkıntısı varsa, o hiç bir zaman sağlığının kıymetini bilemeyecektir. binaenaleyh, insanı doyuramayız ve kendisinde olanlarla yetinmesini bekleyemeyiz.


70'lik bir ihtiyar için sağlık, 20'lik bir delikanlı için farklı anlamlar içerir. ve ne kadar gülünçtür ki, insan her şeyi kendisine göre anlamdırır. bu aşamada dine ve tanrı'nın dünyaya bakış açısına değinmek gerekirse, ortada salt soyut kavramlar vardır ve bunları somutlaştıran birey, sadece kendi hayat resmini çizer ve o çerçeveden izler bütün dünyayı. yani onun için dünya kendi bilincindeki dünyadır ve genel-geçer olgular, bireyin süperegosu ve egosu arasında çıkan çatışmalarla özel-kesin olmaya başlar.


zamanın birinde bir ihtiyar, hep yokluk içinde yaşadığından mütevellit tanrı'ya şikayet eder ve sitemde bulunur. ne varki tanrı, para ve varlık kavramını dünyaya içi boş gödermiştir. ihtiyarın sitem edeceği mercii tanrı değil, zenginlik ve para gibi soyut olarak gönderilmiş olguların anlamlarını bütün dünyaya dayatarak tanımlayan topluma olmalıdır. tekrar ihtiyara dönersek; tanrı, ona bu durumu anlaması için büyük bir hazine vakfeder. ama ihtiyar bu sefer de az ömrü kaldığından ve zamansız gelen zenginlikten yakınır. emin olun ki, tanrı ona tekrar gençlik bahşetseydi, bu sefer de kendi paletindeki renklerle tekrar sorunlar yaratıp yakınmaya devam ederdi. hülasa, diyebilirizki kendi yaptığımız resimler neticesinde tanrı'ya yakarmak, agonun bilinci ele geçirmesinden başka bir şey değildir. artık kesinleşmiş tanımlamalar yüzünden ise belki de sorunlarımızın en büyük müsebbipleri ilk tanımlamaları yapanlardır. olamaz mı?


diğer ve son örnek ise labirentteki farenin akıbeti ve ahvali hususunda. dünyada 3 çeşit insan vardır. bunların en zavallıları, labirentte olduklarını bilmeyerek, peynir nereye konulursa sorgulamadan ve araştırmadan, dogmalarıyla onu kovalayanlardır ve bunlar, peyniri koyan elin çizdiği sınırlar dahilinde yaşarlar. ayrıca kendi hayat resimlerinde kullanacakları renkler de sınırlıdır. ikinci güruh ise; labirentte olduğunu bilip, çıkmaya uğraşmadan her şeyi oluruna bırakanlar, boyun eğenlerlerdir. ne yazık ki bunlar da kendileriyle savaşmaktan ve uğraşmaktan labirentten kurtulma fikirleri üretemezler. 3.cü ve az bulunan insan grubu ise, hem labirentte olduğunun farkında, hem de labirente üstten bakıp, olaylar ve diğer insanları sorgulayan, yorumlayan insanlardır. gerektiğinde peyniri kullanıp diğerlerini dize getirebilirken, gerektiğinde de labirentte yaşamaya ara verip kendi çerçevesinden olayları izlerler. ve yemin ediyorum ki, ne pahasına olursa olsun, bir gün labirentin dışına çıkıp üstten bakacağım. belki de çok yaklaşmışımdır. kim bilir?





E.K. (30.05.07)

anılardan bir yaprak

GECENİN CEVABI



gecenin en karanlık ve en umutsuz saatleriydi. uykudan eser, yastık ve yorgandan hayır olmayacağını anladıktan sonra sokaklara attım kendimi. sisli, pembe ve alabildiğine ürkütücü bir havanın içinde gece bütün ihtişamıyla davet ediyordu kendisine. evimin karşısındaki mezarlık ve basket sahası güneş varkenki sevimliliğini ve olağanlığını kaybetmiş, aydan ve karanlıktan kuvvet almış bütün kudretini sergiliyordu. son bir aydır kafamı meşgul eden çeşitli sıkıntılar ve sorularım ne kadar çoksa gecenin garabeti de o kadar çoktu. caddenin sol ve sağ tarafına fütursuzca park edilmiş arabaların yanlarından geçerken, kedilerin, "sen daha yatmadın mı?" bakışlarına ürkek bir şekilde aldırış etmeyip ilerledim.


tanımlayamadığım bir güç yahut bir enerji, beni sorularımın cevaplarına götürüyordu. öylesine ve aklımdaki düşünceler eşliğinde yürümeye başladım, az önce çiseleyen yağmurun ıslattığı ıssız sokaklarda. mezarlıktan gelen, yağmurla harmanlanmış toprak kokusunu içime çekmeye başladığımda, topraktan geldiğimi ve bu nedenle sorularımın cevaplarını geldiğim yerde bulacağım düşüncesi zihnimi esir aldı. mezarlığa doğru yavaş ve çekingen adımlarla yürümeye başladım. sis etkisini azaltmış, ay devreye girmişti ve ben, korkularımın beni yolumdan geri döndürme çabalarına rağmen nihayet mezarlıktaydım. mezarları okumadan geçiyordum. bir inanışa göre; babaannemin, ben küçükken öğütlediği üzere mezar okumanın kötü bir şey olduğunu hatırlayıp yoluma devam ettim. nereye gittiğimi ve nereye gideceğimi bilmiyordum ama bir enerji beni çekiyordu. kadere olan imanımı yeniden test ettim ve bu yürüyüşün sebebsiz ve boş yere olmadığını biliyordum. derken bir mezar taşının üstündeki şu yazı bana okutuldu. "kadere inandım, allaha inandım, ahirete inandım ve girdiğim hiç bir yolda allah beni yalnız bırakmadı"

derin bir nefes aldım gecenin siyah bulutlarından ve bu yazıyı okumamın az sonra olacakların habercisi olduğuna emindim. yürürken içimden"mezarları okumayacağım... mezarları okumayacağım " diyerek duyularımı bilincimle kontrol altına almaya çalışırken ve bir diğer mezar taşı gözlerimin önündeydi, "ey dost! her merakın bir bedeli vardır! ahireti merak ediyorsan, görmen için ölmem gerekir. cenneti merak ediyorsan, görmen için iman gerekir. ve beni merak ediyorsan sana tahmin edemeyeceğin kadar yakınım!"


-peki sen neyden vazgeçeceksin merakın için?

arkamdan gelen bir sesin bu sorusunu duyduğumda kas katı kesilmiştim ve bir an nefes alamaz olmuştum. gecenin sabaha yaklaşan saatleriydi ve ben bir mezarlıkta ne olduğu bilinmeyen bir varlığın sesiyle korkudan titriyordum. halüsinasyon olduğu konusunda telkinlerle kendimi rahatlatmaya çalışırken bir yandan da etrafımı kontrol ediyordum. fakat koca mezarlıkta mezar taşları ve benden başka hiçbirşey yoktu. sonra aniden yine aynı ses;


-soruların vardı, cevap istedin. zamanım vardı cevaplamaya geldim.

-(tehevvüren çıkan bir çığlık ve arkasından) kim var orada?

-babaannen okuma dedi, sen okudun. taşlar bedel ödemen lazım dedi ama sen kararsızsın. neden bu çekincen?

-sen yoksunnn! sen yoksunn! ve sen benim bilinç altımsın.

-öyle miyim erhan?

-evet

-ya sen yoksan?

sesin geldiği yer belli değildi fakat yine de oradan uzaklaşmak için mezarlığın derinliklerine doğru yürümeye devam ettim. mezarlık bekçişinin kulubesini gördüğümde bir an için korkumdan sıyrılıp derin bir nefes aldım ve ahşap kulübenin loş sarı ışıklarını yansıtan pencereden içeriye baktım. 2 odalı kulübede tek pencere vardı ve ağaç hışırtıları, yağmurun ıslattığı toprakta çıkan ayak seslerimi gizliyordu. bekçinin içeride olmadığını düşünürken, odada bulunan eski bir sobanın üstünde, dumanı tüten bir çaydanlık gördüm ve kapıya doğru yürüdüm. kapının açık oluşu, korku filmlerindeki sahnelere ne kadar benzese de korkularımın cevaplarımı engelleyemeyeceğini ve bu yolun sonunda bir şeyler bulacağımı biliyordum. aralık olan kapıdan içeriye yavaş adımlarla girdim ve demin pencereden baktığım, loş ışıklı odaya doğru kimse yok mu? diyerek ilerledim. odaya girdiğimde kimse yoktu ve aniden kulübenin dış kapısının kapandığını duydum.


-izin istedin, gel dedik ve geldin. şüpheler erhan... şüpheler gerçeğe düşen gölgelerdir.

-bekçi misin? o sesler sana mı aitti?

-kimine göre bekçi, kimine göre çöpçü. neyi değiştirirki? ateşe giren her şey yanar erhan. altın da olsa aynı, kömürde. ne farkederki?

-rüyada mıyım? hiç birşey anlamıyorum.

-belki de şimdi uyandın. korkma, gecenin bu saatinde cevapları için tehlikeyi göze alıp mezarlığa gelen birisine kötülük yapacak olsam bunu odanda oturup düşünürken yahut akşam makarna yerken de yapabilirdim.

-her neysen cevaplanmasını istediğim bir sorum var ve...

-şşşttt!... benim için kelimeler önemli değildir. içinden geçir kafi

-sen hızır mısın? ya da allah'ın gönderdiği....

-ne önemi var kisvemin, soruya soru vermenin? soruna cevap istedin, bunun için düşündün, istedin, araştırdın, dua ettin. sence cevap almak artık hakkın değil mi?

-öyleyse neden bu cevabı kendim bulamadım? sana mı ihtiyacım var?

-sen olmadığımı nerden biliyorsun? ya da şöyle söyliyeyim; ya benim için mekan ve zaman önemli değilse? senin için önemli olan, soruna bir cevap bulmak değil mi? bunu kendin bulman yahut bir mezarlık bekçisinden öğrenmen arasındaki fark, cevabın doğruluğunu değiştirecek midir sence? ben sana ölüyüm desem, sen de "yaşıyorsun çünkü duyuyorum, görüyorum" desen bu söylediklerin ne benim yaşadığımı, ne de öldüğümü değiştirir. ben hala benim.
-peki bu cevabın bir bedeli var mı?

-her cevabın ve her ilimin bir bedeli vardır. öğrendiğin şeyler, sorumluluklarını artırır erhan. geri kalan bedel ise zaten senin çabandır. ve sana şunu söylemeliyimki, beni merak etmen hiç birşeyi değiştirmez.

-peki söylediğin şeyin doğruluğunu nasıl kanıtlayacaksın ya da sana niye inanayım?

-dediğim gibi, inanman yahut inanmaman gerçek doğruyu etkilemez. ha bir de yüzüme korkunçmuşum gibi bakmayı bırak. neyse, istersen sabah olmadan başlayalım. asırlardır süregelen bir sorunun cevabını aradığının farkında mısın erhan? evet bu merak ettiğin şey, çoğu dinin kutsal kitaplarında ve vedalarında yazılı olan bir olgu fakat insanoğlu bu döngüye asırlardır başka yorumlar yapıyor. işin garip ve bir o kadar da doğru tarafı ise sorularına buldukları cevaplara tam anlamıyla inanmıyorlar. peki erhan, babanın seçtiği seçim sonucunda annenle evlenmesi ve 6 milyon spermin arasından senin enkarnasyon geçirip dünyaya gelmen bir tesadüf mü? yahut dün bu saatlerde uyuyamamanı ve bu soru üzerinde yoğunlaşmanı sağlayan merak için bugün bu saatte dışarı çıkıp, buraya gelip beni görmen tesadüf mü? baban olmasaydı şu anda ben de burada olamayacaktım ve bu konuşma olmayacaktı. yani demek istiyorumki her olay birbirinin dinamiği. her olay bir diğerinin nedeni.

mezar taşlarını okumak istememen senin yıllar önce duyduğun bir öğütten ötürüydü fakat sen bunları okudun ve beni buldun. işte ben senin kaderinim erhan. ve yarın yaşayacağın hayatı şu anda değiştirmek senin elinde.

-herkes kendi kaderini yazar.

-şüphesiz. ama olay o kadar basit değil. bir karınca düşün. önünde iki yol var ve ikinci yolda büyük bir tehlike, ilk yolda ise karnını doyuracağı bir buğday tanesi. karınca bu iki yolun sonunu görmeden, tecrübelerine, ihtiraslarına, tutkularına ve düşüncelerine göre seçimi yapacaktır. ve bu seçim sürecini, kendisine verilen kutsal aklıyla, duyularının yönettiği bedeni arasındaki savaşım belirleyecektir. yaptığı seçim doğrultusunda karınca, buğdayı bulursa, bu buğday onun kaderidir, çünkü o henüz o seçimi yapmadan önce yaradan onun buğdayı seçeceğini bilir fakat aklını nasıl kullanacağını test eder ve sınav yapar. kısacası karıncanın akıbeti yaradanın bilgisindedir fakat karınca, geleceğini kendisi belirlemiştir. ve unutma erhan eğer yaradan isterse, iki yola da buğday yahut iki yola da tehlike koyabilir. yani geleceği ve kaderi tekrar değiştirebilir.

-peki neden karıncanın ikinci yolunda tehlike var? tehlikeli bir hayat yaşaması gerektiğini kendisi mi seçmiş?

-söyle anlatıym; savaşlarda ölenler, kalanlar için savaşmadılar mı? ya da tehlikenin her zaman zarar vereceğini nereden bilebiliriz. belki de karınca o tehlikede ölecekti fakat geri kalanlar, o yola girilmesinin tehlikeli olduğunu tecrübe edeceklerdi. ya da o tehlikeden kurtulup yeni yerler görecekti. aslında burada sadece bir karıncanın kader programını anlattım. yani bu sadece bir varlığın kaderi. peki bu durum, dünya üzerinde bulunanları işin içine kattığımızda ne olacak? cevap çok açık; birisinin iyiliği diğerinin kötülüğüne sebebiyet verebilecek. yani insanların kaderleri birbirine geçmiş olacak ve dünya üzerindeki bu dengeyi ve adaleti de Allah sağlayacak.

-anladım galiba

-söylemene gerek yok, anladığını anladım zaten. soruna bulduğun cevabı hakettin erhan. ve şimdi sabah olmadan eve dön, ev arkadaşların 15 dakika sonra uyanacaklar.

-teşekkür etmeli miyim?

-düşünmen yeterli benim için. neyse şimdilik hoşçakal ve benim kim olduğum araştırma. bekçi osman biraz huysuzdur. soru sorulmasından hoşlanmaz. zaten beni tanımayacağı için yorma adamcağızı.

-bir dakika! şeyy...

-artık soru yok erhan. gitmen lazım.



kulübeden çıkıp eve doğru yürümeye başladım daha sonra. sabahın ilk ışıklarıyla eve girdim. ilginç ama kulübeyle ev arasındaki yolu hala hatırlayamıyorum. yatmak için yatağıma yattığımda, içerden gelen seslerle birlikte ev arkadaslarımın seslerini duydum. evet uyanmışlardı. odama girip bana baktıklarını hissettiğimde, uyuma numarası yapıp son bir kaç saati gözlerim kapalı olarak bir daha düşündüm. artık soruma cevabımı bulmuştum. evet kader konusunu çözmüştüm ama bu sorularımdan sadece bir tanesiydi ve çözülmeyi bekleyen onlarcası daha vardı.