(Ne kadar yazık, bu yazımın, içinde bulunduğum "bilgidergi" camiâsı tarafından tehlikeli bulunmuş, siyasi taraf belirttiği iddia edilmiş ve edebiyata siyaset karıştırıldığı için sansüre uğramış olması. Gönül isterdi ki, bir üniversite dergisi yazarlarının söylediklerine, endişeleri karşısında öncelik tanısın ve her ne kadar iyiniyetli düşünceler barındırsa da okuyucunun yazıya ilişkin "muhtemel yargısı"na dayanarak sansüre girişmesin... )
ESARETİN İFADESİ
Bilmeden konuşanlar vardır hani, araştırmaktan, sorgulamaktan şöyle ya da böyle imtina ederler. Daha çocukluk yıllarının edilgen ve pasif hallerinde dayatılan bilgilerle bakarlar hayata. O perspektiften bakarak yargılarlar her şeyi ve doğrunun, iyinin evrensel olduğundan bir zerre şüpheleri yoktur. Bu insanları herhangi bir sıfatla yaftalayıp incitmek yahut kötülemek değil niyetim. Ama onların varlığının ve niceliğinin toplum dediğimiz insan topluluğunun niteliğini etkilediği de bir gerçek. Hal böle olunca demokrasi dediğimiz yönetim şeklinin meşruiyeti yahut selameti de sorgulanıyor toplumun diğer kesimi tarafından. Bir takım düşünceler ve görüşler o grubun olası baskısından dolayı serbestçe açıklanamıyor ne yazık ki. Açıklandığında ise yakın tarihimize baktığımızda durumun nasıl bir hal aldığını çoğumuz biliyoruz. Hrant Dink, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Adalet Ağaoğlu, Hasan Cemal… örnekler uzayıp gidebilir (önlenilmezse). Ne yaptı bu insanlar; sadece fikirlerini söylediler. Gerçeğe giden yolu salt güç sahibi insanlar değil de bilen, okuyan ve düşünen insanların da bulabileceğini vurguladılar. Sonuç ne oldu peki? Bilmeden konuşanlar güruhunun sosyal baskısına maruz kaldılar ve bir şekilde sindirildiler.
Toplumumuzun yahut ülkemizin şu anki halinden memnun olmayan çoğunluğun sorunlarının temelinde de az önce bahsettiğim, hayati önem taşıyan bir anomali mevcut; ifade esareti. Özgürce açıklanması gereken ifadeler maalesef esaret altında tutulunca, şu anki memnuniyetsizliklerin ortaya çıkmasına da şaşmamalı. Halkın bir kesimimde geçim sıkıntısı ve işsizlik, başka bir kısmında özgürlüklerini kullanamadıkları iddialarından beslenen gelecek kaygısı, ve yine önemli bir kısımda ise bıkkınlık, izole edilmişlik hissi var. Peki bu durumu çözüme kavuşturulmak için ne yapılıyor? Cevap umutsuzluğa düşürecek cinsten; sadece gün kurtarılmaya çalışılıyor. Birileri de çıkıp, daha yapıcı olarak sosyolojik verilerden, psikolojik argümanlardan ve felsefeden yararlanmıyor. Olayların akışı içinde, bilmeden konuşup, salt kendi ifadelerinin mevcudiyetini kabul edenlerin, toplumun geri kalanının fikirlerine hatta düşüncelerine gösterdikleri saygısızlık ise görmezlikten gelinmek isteniyor. Adeta bir omerta yasası işletiliyor. Bu konuya değinmemdeki amaç siyaset malzemesine çöreklenip aydını oynamak veya siyah kalın gözlüklerimle odamın penceresinden uzaklara dalıp, "hey gidi günler hey!" demek değil. Kanımca bu işi ehillere bırakmak daha mantıklı. Ama son günlerin Türkiye’sinde dava dosyalarına konu olmasa da ayan beyan ortada olan örneklerden bir tanesine değinmeden de geçemeyeceğim; iktidar partisi liderinin, arkasındaki kalabalığa sırtını dayayarak bazı gazetelerin okunmaması gerektiği yönündeki telkinleri...
Neyse efendim deyip siyaset sularından felsefe sularına doğru kulaç atmak istiyorum. Sorunun kaynağına bundan yüzyıllar önce inildiğini ve başarılı olunduğu gerçeği göz önünde bulundurulursa, İfade özgürlüğü, şüphesiz tarih boyunca birçok düşünürün yahut filozofun zihninde var olmuştur ama hiçbiri J.locke’unki kadar etki yaratamamıştır. 17. yy.’da yaşamış İngiliz düşünürü Locke, Britanya empristlerinden ve toplumdaki gerçek refahın kökünde ifade özgürlüğünün olması gerektiğini düşünen gerçek bir aydındı. Her ne kadar fikirleriyle aydınlanma döneminin ilham aldığı bir düşünür olsa da, Locke’un şüphesiz 17.yy. İngiltere’sinde iktidarın burjuvaziler tarafından zorla ele geçirildiği ve devamında demokrasinin temellerinin atılmaya başlandığı bir dönemde ifade özgürlüğünden, doğal haklardan bahsetmesi varit karşılanmalı. Locke’a göre ifadelerin özgürce açıklanmadığı, düşüncelerin tartışılmadığı bir ortamda insan haklarının korunabileceği bir devletin varlığı çok zor. Bağnazların baskısı altında ne hukuk görevini layıkıyla yapabilir, ne de bireyler geleceğini kontrol altına alabilir. Keza bu görüşün ardılı olan aydınlanma dönemi filozoflarından J. Jacques Rousseau da aynı gerçeği vurgulamış ve devletin temeline toplumu yerleştirerek, “eşitlik” ilkesine hayati önem atfetmiştir.
Locke ve Rousseau’dan sözü aldıktan sonra tekrar bugünün toplumsal hayatına dönersek, durumun vehâmeti apaçık ortada. Ne yazık ki bizim toplumumuzda her kafadan bir ses çıkamıyor. Sadece belirli kafalar izin verirse bir armoni oluşabiliyor. Kendisinden farklı düşünenleri düşman belleyen, sadece kendi kafasındaki standartların doğru olduğuna inanan bir grup insan, kendilerini ve toplumu ortaçağ karanlığına götürmek istercesine korumacı bir tutum takınıyor. Böyle olunca da başlıyor gruplaşmalar, farklılaşmalar ve yabancılaşmalar. Artık herkes kendi gibilerle ilişkiye giriyor, onun oğlu bunun kızıyla konuşmuyor. Ve neticede bölünen toplumun içine düşeceği kararsızlık, belirsizlik ve sıkıntı kaçınılmaz oluyor. Bu arada bu sorunlarla meşgul edilen toplumun, iktidarı seçerken ne kadar bilinçli ve sorgulayıcı olabileceği gerçeğini de göz önünde bulundurmakta yarar var. Keza siyasetten uzaklaşan halkın, topluma hizmet etmesi gereken iktidar anlayışını değil de bir baba figürü gibi otoriter olması gereken iktidar anlayışını benimsemesi gayet normal. Sonuç ise; gösterilenin arkasındakiyle uğraşamayacak kadar zorlu bir hayat dayatılan toplum ve onun içinde bulunduğu karamsar durum.
“Peki nasıl olacak bu ülkenin hali? Çok şey dedin ama neticeden haber ver.” diyenler varsa, onlara cevabım; ilk olarak düşünmek lazım... Verilenlerle yetinmeyip, neyin nereden geldiğini ve nereye gideceğini sorgulamak. Birey oluşumuzun farkındalığı varıp kendi hayatimizin başrolünü oynayabilmek. “Ben böyleyim ama benden başkaları da başka şeyler söylüyor. Belki de babam yanıldı, belki de okuduğum kitaplar yalandı. Gökten inen kesin kuralların olabileceği ihtimalindense kişilere göre yorumlanabilecek doğrular da pek mümkün var olabilir.” diyebilme cesaretini göstermek gerek. Tabiî ki hayat şartlarının her insana bu cesareti gösterebileceği bir olanak tanıdığını iddia etmiyorum. Hepimiz yasadığımız çevrenin içinde var olduk ve ona göre şekillendik. Bu kabuğu kırmak değil bir nebze çatlatmak bile hayli zor. Fakat bu uyanış kişinin kendisinden gelmiyorsa, hiç değilse ona cesurca düşünme ortamı sağlanmalı. Kutsal bir kitaptan güzel bir benzetmeyle; “Dağ Muhammed’e gelmiyorsa, Muhammed dağa gitmeli.” Bu da eğitimle halledilecek bir husus. Eğitimin de farksızlaşan değil de farkında olan insanlar yetiştirmek ve aynı zamanda doğrunun kendisi için olduğu gerçeğini kabullenen yahut kabullenmese bile farklı beyinlere diş bilemeyen bir neslin oluşması için kullanılması gerek. Böyle bir toplumda şüphesiz bireyin bireylere olan saygısı, bizzat kendilerine saygı duymalarına yol açacak ve bırakılmışlık, çaresizlik ve tecrit hissinden kaynaklanan edilgenliğin yerini de etken bir ruh haleti alacaktır. Belki böylece her şey vaat edilen topraklardaki gibi pembe bir hissiyat yaratmayacak ama grinin giriftliğinden de kurtulmuş olunacak. Ayağa kalkıp da yüksek sesle tekrarlanası bir sözle bitiriyorum yazımı… “Bilinçli hamlelerin güdümleyeceği bir gelecek, hoşgörüsüz ve mutaassıp bir perspektiften beslenen hayatın akıbetinden daha aydınlıktır.”
4 ay önce
1 yorum:
haydaa... mis gibi yazıyı koymadılar demek!
Yorum Gönder