left kanilski | yazmak, kendine alışamamaktır!: Şubat 2010


yaşantılar

NEVROZ


Az önce yüzleştiği gerçekten o kadar korkmuştu ki hemen ilk bulduğu taksiye atlayıp eve geldi ve yatağa bıraktı kendini, uykuya sığınmak huzur veriyordu böyle durumlarda… Birkaç gün boyunca aralıksız uyumak için her şeyini vermeye hazırdı. Her şey insanlara bu kadar çok güvendiğinden kaynaklanıyordu. Her defasında insanlara ihtiyacım yok dese de en ufak tebessüme yahut bir şeylere dahil olması için yapılan gelişigüzel tekliflere hemencecik kanardı. Küçüklüğünden beri içine kapanık oluşunun verdiği utangaçlık, arkadaşlarının onun hakkında küçültücü ve dışlayıcı davranışlarına neden olurdu. O gün yine aynı şey oldu; bütün gün boyunca kime ne anlatmak istese, terslediler onu, suratına baka baka güldüler birkaç kere. Dışlanmışlıktan ve onun dayattığı kaygıdan nefret ediyordu. Onunla alay etmeyen bir arkadaşı, onu ne olursa olsun dinleyip gülmeyen bir dostu olması için tanrı’ya geceler boyu dua etmedi mi ki? Her sabah bu alınganlığı yenmek ve insanların hep kendisini izledikleri düşüncesinden kurtulacağına yemin ederek kalkardı yatağından. Okula giderken aşağı mahallenin pasaklı ve tasasızca sokağa bırakılmış çocuklarının isyankâr bakışlarından bile rahatsız olurdu. Her defasında daha uzun süre çocukların gözlerinin içine bakacağına kendisini şartlandırır fakat başaramazdı. Bütün bir yol boyunca da kafasını cama yaslayıp, önce kaldırım taşlarının otobüs camından hızlı hızlı geçişine dalardı, sonra da okuldaki çocukları düşünüp tekrar kaygılanırdı. Bir türlü cesaretini toplayıp sınıf başkanı olmak istediğini söyleyememesi bir yana, sınıfa geç girerken insanların onu baştan aşağı süzmesinin dayanılmaz tedirginliği içten içe kemiriyordu onu. Çoğu sefer okul rehber öğretmenine danışmayı düşündü. Fakat bir duyan yahut gören olursa daha da çok gülecekler, belki onu bir daha hiç aralarına almayacaklardı. Bu olasılık daima o düşünceyi ertelemeye yetti.



O gün matematik sınavları açıklandığında öğrencilerden birisi onun kopya çektiğini, aksi takdirde bu kadar yüksek not alamayacağını söyledi. Öğretmen kendisini savunması için tahtaya çıkardığında, ilkin nefesi kesilecek gibi oldu, sıraların arasından geçerken ne söyleyeceğini, ne yaparsa gülmeyeceklerini ve nasıl konuşursa saygı duyacaklarını düşündü. Öğretmen, sınıfın da gerçeği görmesi için sınavdaki bir soruyu tahtada çözmesini istedi. Küçük ve soğuk terler kendini hissettirmişti, az sonra da sıcak basmaya başladı. Hiçbir şey yapamamış, kendisini doğru düzgün savunmayı bile becerememişti. O, diğer insanlar gibi değildi. Dışarıda bırakılmıştı besbelli. Bunu bir kere daha anladı. Sürekli düşünmekten, kaygılardan ve kötü anılarını hatırlamaktan dolayı yaşama zorluğu çekiyordu. Soruya bir türlü konsantre olamadı. Öğretmen yarın tek başına, öğretmenler odasında tekrar sınava girmesi gerektiğini söyleyince, bakışları sınıfın zeminindeki küçük, önemsiz boya lekelerine dikkat kesilerek sırasına doğru yürüdü. Ne o! ön sıralardan birisi mi gülmüştü? Yoksa sağındaki kız “off” derken ondan mı şikâyetçiydi? Teneffüs olduğunda, çantasını ve askıdaki paltosunu aldığı gibi koşar adımlarla sınıftan uzaklaştı. Bahçe kapısındaki bekçiye hastayım deyip geçtikten sonra bu yalanı hemen nasıl söyleyebildiğine kendisi de şaşırdı. Ama bir yandan da kendisine dair düşünceleri bütün endişeleriyle birlikte oradaydı. Zihnini işgal etmek üzereydiler.



Eve girdi ve babasının o gün işten sonra eski arkadaşlarıyla meyhaneye gideceğini bildiğinden memnundu. Odasına girdi, çantasını kapının arkasına astı, pijamalarını bile giymeden yatağa oturdu. Bir süre düşündü yine, sonra da kendini uzun bir uykunun umutlu vaatlerine bıraktı. Kendisini boğacağını düşündüğü bitmek bilmez düşüncelerinden ancak böyle kurtulacağını umuyordu. Bilincin sesini kestiğinde belleğinin ona yardım edip olan biteni unutturacağı düşüncesi tatlı bir olasılıktı onun için. Ama denemekten zarar gelmezdi. Önce yastığı elleriyle düzledi, sonra yarı açık pencereden sokulan havanın soğuk esintisini hissettikten sonra yorganın altına girdi ve tavana birkaç dakika baktıktan sonra gözlerini yummaya karar verdi. Kahretsin, düşünceler gözleri kapalıyken daha da hızlı hareket ediyordu. Birine teslim olmamak için mutlu anılarını hatırlamaya çalıştı, başarır gibi oldu fakat bu sefer de ardındaki düşünceler hücum etti. Onu hallettiğinde ise diğerleri amansızca sökün etmeye başladı. “Herhalde hiçbir zaman sonu gelmeyecek, yenemeyeceğim” dedi içinden. O anda göz kapakları ağırlaştı. Beyninin yorgunluğunu daha iyi duyumsadı. Tatlı bir gevşeme ve ardından ne zamandır hissetmediği sessizliğin o tarifsiz, hafif uğultusu onu uykunun bilinçsiz diyârına yavaş yavaş sürükledi.



Her gün evine gelirken uğramayı ihmal etmediği börekçinin iki dükkân solunda bulunan eczanenin krem rengi, buruşuk poşeti yatağın hemen kenarındaydı. İlaç şişesinin kapağı yatağın altına yuvarlanmış, içindeki haplar sağa sola saçılmıştı. Eğer babası birkaç saat önce eve gelseydi şu anda hastanede olabilirdi. Annesi mi? Belki de onun yanındadır şimdi…

4 köşe yazıyorum (06.02.10)


HOŞ


Bazen bir rüyanın peşinden gitmek ister insan. Bir hayale, bir arzuya, bir “o anda ne hoşuna gidiyorsa ona” kapılır ya, bu akıntıya kendisini bir kerecik olsun bırakmalıdır. Hoş gelen şeyler var çünkü. Her gün… her yerde…

“Hoş”, güzel bir kadının ismimle bana seslenmesinde,
“Hoş”, yaşadığın yerin dışında farklı insanların yaşadığı ve mutlu göründükleri yerlere bir kartpostalda yahut televizyon kanalında rastlamamda,
“Hoş”, lezzetli bir yemek kokusunun peşinden gidip, ellerimle alelacele davranmamda
“Hoş”, yeri doldurulamayacak insanlarla ölümsüz bir resim çektirip seneler sonra “hey gidi günler” dememde…
“Hoş”, sinir olunan bir velede annesi başka tarafa bakarken “nanik” çekip, korkutucu mimikler yapmamda…
“Hoş”, babaannemin diş kabına limon tuzu atıp uzaktan kıkır kıkır gülmemde…
Kısa söylemek gerekirse, “hoş”, her şeyi yapabileceğine inandıran o sezgide.

Evet “hoş” şeyler var hayatta. Oranı çok az olup, tesadüflerin imparatorluğunda yaşasa da, sıkıntıların arasından sapsarı bir zambak yahut bembeyaz bir frezya gibi çekiciliğini belli ederken, dikkatsiz gözler yüzünden gücenip ortadan kayboluverse de… var.

“Hoş”u söylemek, “hoş”u dinlemek, “hoş”u izlemek, “hoş”u içten geçirmek bile farklı bir anı yaşatır insana. O anı bütün bir hayat sanmamızı ister.

Hoşuma gidiyor. Hoşsun. Hoşlanıyorum. Velhasıl hoş şeyler bunlar…

Fakat denk gelmesi zor, hatta belli bir yaştan sonra bir daha hiç gelmez diyenler var. Sanki henüz, “böyle yapmalıyım” yahut “hayır yapmamalıyım” diyene kadar geçen o kısacık sürede varlığını belli eder. Gördünüz gördünüz. Acaba deyip, kararsızlığın ipinde cambazı oynadığınızda bütün sihrini kaybedebilir. Gücenir, içerlenir, bir daha da uğramam şeklinde sitemler edebilir.

Daha önce bu evrende kaç kere yaşadığımı veya yaşayacağımı bilmiyorum. Ama şu an bilincinde olduğum bir yaşamım varken ve beni kendisinden ebediyen mahrum etmeden, bir kez daha herhangi bir “Hoş”un arkasından sürüklenmeliyim. O karşıda bir an parlayışına dikkat kesilmeliyim. Uzun zaman olmuş etrafıma bakmayalı. Dosyalar, defterler, görevler, ödevler, kitaplar, yazılar, artılar, eksiler filan derken kendimi boş yere ambalajlamışım.

Her gün biraz daha bağlanıyoruz yaşadığımız yere. Her gün biraz daha üstümüze geliyor yaşam. Yapılacaklar listesinde bir not daha… Akşam yemeğinin tatlı hazzında bile yarın gidilecek yerler, imzalanması gereken belgeler yahut aranması gereken müşteriler var. Yahu doğru dürüst sevişemiyor bile insan. Kafada binbir soru varken ne pozisyonundan bahsediyorsunuz.

Her an kapı çalabilir ve bir yakının öldüğü haberi verilebilir. Ya da atıyorum süpermarkette ketçap reyonunda bakınırken üst raftan kalın bir kavanoz ışığımı söndürebilir. Garantisi yok hiçbir şeyin. Kefil değil kimse yaşama. Tesadüfün yarattığını tesadüf yok edebilir her an.


Biraz daha devam etmek istiyorum biçimsiz ve sıkıştıran hayata dair örnekler vermeye; bir kuruma, bir okula, bir en önemsizinden telefon operatörüne kayıt olmak için bile adresimizi istiyorlar. Önemli durumlarda bize ulaşmaları için telefonla ya da internetle yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Birileri her an bize ulaşabilir. Hatta ulaşmalı. Nerede olduğumuzu yanımızdaki sinyal yayan cihazlardan tesbit edebilirler. Yalnızlık da zorlaşıyor. Zorla yalnız olamazsın diyorlar sanki. Kendi kendiliğime müdahale etmek istiyor eşekoğlueşekler. Diğer taraftan ben de onlara her an ulaşmalıyım. Yerim yurdum, mesleğim, gelirim, babamın ismi filan hepsi bir yerde kayıtlı olmalı. Her gün görmem gereken, konuşmam gereken insanların sayısı artmalı. Neme lazım her şey sosyal çevrede bitiyor. Network tanrısının hidayetine ermek için sürekli tapınmak gerek.

Kısaca şunu demek istiyorum; o kadar çok parçaladık ki hayatımızı, o kadar çok planlar yaptık ki, henüz gün başlamadan hangi aralıkta neler yapacağımızı belirledik (biliyoruz). Kendi halimi nazarı itibara aldığımda, bu aralar her zamankinden daha çok sıkıştığımı hissediyorum; habire ezen, bastıran ve sıkıştıran bir şeyler var üstümde, yanımda, arkamda. Anlatamıyorum tam. Ama siz anladınız ne demek istediğimi. Size de oluyor bu anlattıklarım bazen, değil mi?

“Ne yapmalı acaba, nasıl bir çıkış bulmalı?” diye düşünmekten de bir bok olmuyor. Bunu sabit tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Tabii her yöntem kişiye özel. Deneyebilirsiniz. Arayabilirsiniz. Ama tam da bu çözüm arayışından sıkılmışken o “hoş” çıkabiliyor karşınıza, benden söylemesi. İşte şu sıralar ben bunu keşfettim dostlarım. Önceden de bu kadar karşıma çıkıyor muydu, ya da ben mi görmezden gelip susturuyordum hatırlayamıyorum ama, ayartıyor, cazip geliyor namussuz. Sanki bir şeytan “yap hadi!” “kımılda!” deyiveriyor dibimde. Bence siktiredin ne yapsak, nasıl çözsek olayını. Hakikaten diyorum. Zaten bu sorular bile o “çıkmaz”a hizmet etmiyor mu? Atın kendinizi o “hoş”un yoluna. Düşünmeden. Düşünce teftişe çıkmadan sırtından vurun onu. Bir kerecik. Bir defalık en azından, Hep doğru kabul gören şekillerde yaşama fırsatımız varken, özür dilemek, “bir daha olmaz abi!” ya da “kusura bakma abla!” demek, “tövbe Allah tövbe!” çekmek gibi enstrümanlar da hâlihazırda mevcutken bir defalığına “yaramazlık” yapalım…