left kanilski | yazmak, kendine alışamamaktır!: 4 köşe yazıyorum (01.09.09)


4 köşe yazıyorum (01.09.09)


ADA

İsminin önemi olmayan, dört tarafı derin ve de serin sularla kaplı bir yerde açtım gözlerimi… adına tatil demek belki birazcık nankörlük olur diye şu anda adlandırmaktan kaçınıyorum. Şehrin kendine has, kendisiyle sorunlu gürültüsünden, kirlenmişliğinden ve nefes almayı zorlaştıran keşmekeşinden birkaç günlük kaçışımın bende bu kadar benzersiz duygular uyandıracağını tahmin edemezdim… Anlatılması güç duyguların yanı sıra, belki de bir daha görmek için çaba harcamayacağım, evrenin rastlantısına bırakacağım fakat tek porsiyonluk da olsa hoş vakit geçirdiğim insanlar tanıdım. Sıcacık gülüşlerinde saflığını görebileceğiniz adanın yerlileri ve adaya benim gibi hayatlarına mola vermek için gelen “yorulmuşlar”. Ve evler gördüm. Fazla uzunca olmayan, ahşap çatılı, beyaz boyalı evler.





Zamanın çabucak bitmemesi için elimden geldiğince anı yaşamaya çalıştım her gün. Sabah erken uyanmak için cep telefonunun alarmına ihtiyacım yoktu. Zira Güneşin denize olan meyli ve eşsiz birliktelikleri, kumların üstünde yatarken kendiliğinden kapanan gözlerin önünden geçen bitmeyesice hayallerin çekiciliği bu görevi ziyadesiyle yerine getiriyordu. Ya o sabah kahvaltılarına ne demeli? Saymaya üşendiğim kadar çeşit çeşit taze reçeller, peynirler, sıcacık açma ekmekler ve tabii ki ardı ardına içilen bergamot aromalı çaylar… karşımda ise yine deniz, yine kumsal.

Vücudumu, zihnimi, duygularımı… yani evrende nelerimle varsam hepsini tarif edilmesi güç bir haz kapladı oradayken. Adanın bana verebileceği her şeyi onun iliklerinden çekip almalıydım. Kahvaltı sonraları, yan masada sohbete dalmış adanın yerlilerinden gözüme kestirdiğim ihtiyarlarla ettiğim sohbetlerin sahiciliği, uzunca zamandır monolog halindeki muhabbetlerin sıkıcılığına maruz kalmış olmamın verdiği umutsuzluğu bir çırpıda aldı götürürdü. Öğlenin küçümseyerek tepeden bakan güneşi birazcık kibrini kırdığında ise havlumu, kremimi, yağımı, müziğimi ve kitabımı kaptığım gibi kumsala seğirtiyordum. Bedenimin bütün hantallığını, ağırlığını ve gerilmişliğini oracıkta sıcacık kumlara bırakmanın verdiği arınmışlık duygusu ve güneşin batmasına yakın otelime gittiğimde, yeşil kütür kütür bir elma yahut ice-tea şeftali eşlliğinde güneşin yumurta sarısına dönüşünü ve “yarın tekrar buluşmak ümidiyle hoşça kalın” deyişini izlemenin tadını da unutamayacağımı biliyorum.

Sahilde güneşlendiğim dakikalarda tenimin yanmasını an be an hissediyordum. Farklı bir zevki vardı bunun. Güneşin dokulara teması oradan hücrelere ilerleyişi ve sonunda bedenimde hüküm sürdüğünü düşünürdüm. Güneşi özümsemek böyle bir şey olmalı… Vücut ısısının yükselmeye başlamasıyla birlikte bu zevk yerini daha büyük, kaçınılmaz bir tutkuya bırakmaya başlıyordu… deniz. O anda bütün algılarını istediği şeye yoğunlaştıran beşikteki bir bebeğin ağlaması gibi istedim o serinliği. Denizle bütünleşmeliydim. Ateşimi ancak o söndürebilirdi. Önce birkaç adım atmaya başladım, denizin dibinden olabildiğince net görünen kumları ayaklarımın altında hissetmek birazcık huylandırsa da hoşuma gidiyordu. Daha sonra hafif bir ürperti karnımdan göğüslerime doğru ilerlediğimde bir anda balıklama kendimi denize bıraktım ve serinliğin içinde yüzmeye başladım… Gece de isminin Deniz olduğunu söyleyen bir kadınlaydım. Her yanım denize mahkûmdu anlaşılan. Neyse daha geceye çok var…



Akşamları ise adanın muhtelif yerlerine serpiştirilmiş gibi duran lokantalara yahut sahilde mevzilenen balıkçılara gidiyordum. Her akşam kendime, “bütün senenin yorgunluğunu ancak böyle güzel yemeklerle atabilirsin.” diyerek, kendimi cömertçe donatılmış masalarda buluyordum. Her akşam yemeğinin ayrı bir yeri vardı fakat oradaki ilk akşamımda yediğim balığın ve onun sadık dostu rakının damağımda bıraktığı tadı anlatamam. Taze yapılmış ve hayli emek harcanmış mezelerden hopur hopur götürürken, kafamı meze tabağından kaldırmadan gözlerimi garsonun gözlerine devirerek bir duble daha işaret ettim. Daha sonra bir tane daha… bir tane daha. Hesabı masada ödedikten sonra hafif yalpalayarak ve sallanarak otele doğru yürüdüğümü hatırlıyorum. Otelin sahibi Fatma Hanım’ın her günün parasını ısrarla ve ihtimamla bizzat odamın bulunduğu koridorda bekleyerek istemesinden mi bahsetmeli, yoksa yan odada kalan iki taze kızın benimle tanışmak için sarfettiği gayretlerin ne kadar yapmacık olduğundan mı çıtlatmalı bilmiyorum ama, seneye tekrar gidersem yine orada kalırım. Zira odamın manzarasını ve otelin temizliğini düşündüğümde ödediğim miktar gayet makûldü. Ayrıca Fatma Hanım’ın absürdlüğü de cabası. Hatta şunu anlatmazsam çatlarım; adaya geldiğim ilk dakikalarda otelleri ve pansiyonları gezerken, Fatma Hanım’ın oteline denk geldiğimde, bana müşterisi olmam için sunduğu özellikler ve ayrıcalıkların içinde üst katta Rus kızların ikamet ettiğini bastıra bastıra söylemesi karşısında hayli afallayıp, bir an Fatma Hanımın görünen mesleğinden şüphe etmiştim. Neyse Rus uyrukluların akîbeti ve ahvâli hakkında söylemek istediğim bir şey yok… geçelim.



Yemekten sonra otelde birazcık dinlenip, üstüme başıma yakışmasını arzu ettiğim bir şeyler geçirip adanın en gözde diskosuna yahut barlarına doğru yola koyulurdum. Birazcık danstan, birazcık alkolden ve kadın kokusundan zarar gelmezdi ne de olsa. Gündemin popüler addedilen şarkıları peşin sıra çalarken kendilerinden geçen insanların danslarını ve dans diye düşündükleri hareketlerini izlerdim içeri girdiğimde. Sonra ise içeride tanıştıysam “içeridekiyle”, yok öğlen kumsalda tanıştıysam ve sözleştiysek de “kumsaldakiyle” kendimizi müziğin ritmine bırakırdık. Bir yandan ruhumun notalarla oynaşmasını hissederken bir yandan da karşımdakiyle sık sık göz göze gelişimizin müjdelediği kırmızı dakikalar zihnimi meşgul ederdi. Gecenin terbiyesiz dakikalarına doğru ilerlediğimizi fark ettiğimizde çoktan diskodan çıkmış, onun ya da benim otel odamda birbirimizi daha yakından inceliyorken bulurduk. Alkolün etkisi bazı gergin dakikaların yaşanma olasılığını sıfıra indirmiş, sürecin mutlu sona ulaşması için de elinden geleni yapmışa benziyordu. Önce sıcak, ıslak bir öpücük, ardından tenin tenle muhabbeti ve buruşan çarşaf… evet hepsinin ayrı bir yeri vardı, daha doğrusu hepsinin sadece orada kalmasını istediğim bir yeri vardı ama bir tanesi kalıcı olmak arzusundaydı… Deniz. Her öpücükten sonra gözlerini hafif kapayarak ve ağzının yanındaki çizgileri belirginleştirerek arsız bir gülücük atardı. Arsız ve halinden memnun…



Ne kadar yazarsam yazayım, sanki yaşadıklarımı ve hissettiklerimi bendeki yoğunluklarıyla anlatamadığımı düşüneceğim, biliyorum. Hatta şu anda bile içimde beni de kağıda dökmelisin diye haykırmaya başlamış duygularım ve anılarım var. Ama nasıl ki adanın ihtişâmı ve ben de uyandırdıklarının güzelliği orada bulunduğum sürenin kısalığına bağlıysa ve hâlâ tadı damağımda kaldıysa, anlattıklarımın da aynı kaderi paylaşması için sözü burada bitiriyorum…


3 yorum:

Aşk ve Zehir dedi ki...

Deniz'di aslında adamın aklındaki..
bedeni ateşten yanarken vücudunda bıraktığı serinlikti,
akşam serinliğindeki sıcaklıktı belki gözleri O'nu görünce,
yahut gecenin ateşinde yatağını buruşturandı.

Deniz'di adamın aklındaki sıcak,serin,mavi ve ten rengi!..

gerçekten keyifli bir gezinti oldu Ada'da,eline sağlık..

kanilski dedi ki...

öncelikle samimi yorumun için, sonra da Deniz'i ve adamı bir kaç cümleyle bu kadar güzel anlattığın için teşekkürler...

zeynepkübra dedi ki...

cok sasırdım kanıslı, senin bunları yazabiliyor olman hakikaten beni cok sasırttı ama itiraf ediyorum her seyı bu kadar acık , bu kadar cesur yazmanı çok beğendim...
bir sonraki ada ziyaretini sabırsızlıkla bekliyorum sanırım ;)