left kanilski | yazmak, kendine alışamamaktır!: Eylül 2009


serbest edebiyat 15 (28.09.09)

GECEDE GÜNDÜZ, GÜNDÜZDE GECE


Hiçbir zaman tam karanlık olmadı gecem. Büyüklerin de dediği gibi, dertler gece azar hep. Sorunlar karanlıkta çözümlerini kaybetmeye çalışır ve gizler sinsice. Daha karamsar tümceler dolar deftere, kağıda yahut yazılası ne varsa ona. Fakat bunlara rağmen benim gecemde hep bir umut filizlendi, hep bir “beklemek gerek” diye avuttu aklım. Kuruntunun yanında avuntuyu da tattım. Beklentinin ve mutluluğun olasılığında parladı bir ışık…
Hiç tam karanlık olmadı gecem. Sarımtırak yahut turuncuydu… Loştu.

Ve hep aydınlık değildi gündüzüm. Onun beyazlığına düşecek bir lekem vardı. Dünün kırıkları ve başarısızlıkları, yarının belirsizliği ve kaygısı, koyu ve sonu gelmez gölgesini üzerimden eksik etmedi hiç. Dediğim gibi, hiç tam aydınlık olmadı gündüzüm. Ama yine de insanlar tanıdım gündüzlerde, bende daha iyi biri olma isteği uyandıran. Yahut ucuz karakterli, kuru çıkarcı ve menfur mîzaçlılara rastladım, böylece gözlerimi kapatanın mâsumiyetim olduğunu anladım. Kısacası akşamüstü kıvamındaydı gündüzlerim. Prusya mavisi yahut menekşe… yine de Hoştu.

denemeler #12 (12.09.09)

İKİLEM


Bir insandan hem nefret edip hem de onu sevebiliyorsanız, sizin dünyanız “o” olmuştur artık. Onun egemenliğinde varsınızdır. Hayatınızı siz değil, o yönetiyor demektir. Ruh halleriniz onun iradesindedir.

Şayet bir gün, sizin üzerinizde bu kadar etkisi bulunan ve hem nefretin sadist eğilimini hem de sevginin insancıl yanını bir arada yaşatan o, ortadan kaybolursa ne yaparsınız? Acı veren bütün duygular o anda varlıklarını hissettirmez mi? işte o anda dayanaksız ve referanssız kalırsınız. Nasıl ki “bugün kavramı”, dün ve yarın kavramlarının referansıysa, başka bir deyişle, zaman algımız, bugünü bilincimizde sabitlediğimiz için dünü ve yarını yaratabiliyorsa, onun kayboluşu da hem geçmişi hem de geleceği yok eder. Bu durumda ayakta durmakta güçlük çekerek, hatta sendeleyerek tutunacak bir şey aramaya koyulur, onun bıraktığı derin boşluğu dolduramayacağınızı anladığınızda ise varoluşunuza lanet edersiniz. Her şeye yeniden başlamanın yoruculuğunda bitkinleşir, yeniden başlansa bile gelecekte tekrar aynı kaderi yaşayabileceğiniz olasılığında boğulursunuz. Sonuç; yere kapaklanırsınız…

Bir insandan hem nefret edip hem de onu sevebiliyorsanız, derin bir açmazdasınızdır. İkilemin iki ucuna doğru gerilmiş soğuk ve ince bir telde dengede durmaya çalışırken, bir yandan da hangi yöne gideceğinizi düşünürsünüz.

Nefret; bir amacınıza ulaşmaktan sizi alıkoyana beslediğiniz duygudur. Varlığınız kadar gerçektir, zirâ nefretin sahtesi olmaz. Sevgi ise en yalın haliyle, size haz veren psikolojik bir gereksinimin karşılanmasından duyulan hoşluktur. Bir gün doyuma ulaşırsanız eğer, arkanızda bırakacağınız bir anı yahut alışkanlıktır. Gerçekliğini geçiciliğinde yaşarsınız. Kısacası, o sizden bir şey alırken, size başka bir şey vermiştir. Hangisinin peşinden gideceğinize nasıl karar verebilirsiniz? Neye dayanarak? İşte açmaz tam da burada başlar. Bu belirsizlik devam ederken bile o hâlâ bilincinizi meşgul ediyorsa, artık benliğinizin bir önemi kalmamış demektir. Yine de her şeye rağmen apaçık görünen bir gerçek vardır; o, varlığıyla size en uç iki duyguyu yaşatabilmiştir. Sizi, düşüncenin ve duyguların pençesinde oyalayabilmiştir ve algılarınızı, bir hareketiyle duygularınıza ulaşabilecek kadar kendisine yönlendirebilmiştir... O, hayatınıza damgasını vurmuştur.

serbest edebiyat 14 (04.09.09)


ESKİ BİR DOSTA MEKTUP

10 Haziran 1994
Gümrü

...Her yaklaştığımda biraz daha uzaklaştı benden. Duygularımı her belli edişimde biraz daha güven kazandı sanki. Biraz daha özünü kaybetti. İçindeki şeytanı gizlemeye gerek olmadığı besbelliydi. İsteyerek gizlemese de içten içe değişiyordu. Bunun farkında olmaması ne acı! Onun o plansızlığını, bir anda oluverişini, çirkin oyunlara başvurmaya gerek duymayışını sevdiğimi anladım bir kez daha. Şu an bu mektubu yazarken bir kez daha anıyorum eski günleri. Hatta sadece gözlerine bakarak saatlerce geçirebileceğimi söylediğim o geceleri… Nefesinin kokusuna, dudaklarındaki tada ve boynundaki kokuya bir daha ulaşamayacak olmam ne kötü. Hatta zamanın geçişine, zamanın ve insanın bu kadar yaralayan değişimine lanet ediyorum şu anda. Geçmişi düşündüğümde ruhumun hissettiği hafiflik, şimdiyi ve son zamanları düşündüğümde yerini güçlü bir hayal kırıklığına bırakıyor. Evet, ona her yaklaşmam da, hislerimin gel dediği yoldan her gidişimde, o benden aynı hızla uzaklaştı. Keşke kendimce yaşasaydım bunları. Ona bu kadar yaklaşmayıp içimde avunsaydım da gözümde bu kadar değişmeseydi.


İşte aziz dostum Nora, yıllardır aynı hayata beraber baktığım, gelecek için peşin hesaplar yaptığım kadından böyle ayrıldım. Mektubunu alalı henüz 3 gün oldu. Bu aralar iç sıkıntılarım kuvvetli bir atâlet yaratmakta bedenimde. Ne çalışıyorum, ne eğlenmeyi düşünüyorum, ne de dışarıya çıkıp denize karşı bira içiyorum. Geçenlerde ne zamandır içmiyorum diye bir hesap yaptım. İnanır mısın en son senin asilzade halanın yalısında içmişiz. Hatırlarsın muhakkak. Senin hafızan hep daha kuvvetli olmuştur benimkinden. Bir yaz akşamıydı, sen ben ve Talin hanımefendi yalının taraçasında oturmuş rakı içiyorduk. O eski anılarını anlatırken ben dinliyor sense yıllardır dinlediğin hikâyelerden bir an olsun kurtulmuş, gökyüzündeki yıldızları seçmeye çalışıyordun. O günler de güzeldi Nora, ama onunla geçirdiğim günlerin tadı, başkalığı, bir daha kimseyle olamazlığı o kadar kuvvetli yapıyordu ki beni. Hayatında seni sen olarak seven, sana kendisi gibi gelen birinin olması çok başka bir gerçeklik. Hatta o duygudan başka her şeyi yalan yapabilecek kadar…


Bitmiş ve şimdi ancak nefretimi güçlendiren bir ilişkiden bu kadar bahsettiğim için üzgünüm. Sana attığım son mektupta, 3 ay önce beraberdik hala. Hatta mektubu zarfa o koymuştu, beyaz ve ince elleriyle. Mektubu bitirdikten sonra birazcık dizine yattım. Çok severdim onun dizine yatıp, güzel yüzünü izlemeyi. Ellerini yüzümde gezdirişi ve saçlarıma dokunuşu başka bir dünyada hissettirirdi beni. Neyse aziz dostum, onunla ilgili her şey şu anda acı veriyor bana, unutmak ve bahsetmek istemediğim kadar hatırıma geliyor. Geldikçe de kendime kızıyorum. Şu anda iki farklı o var içimde. Sevdiğim ve nefret ettiğim. Bir süre sonra, hatta senin bana cevap yazdığın mektupta muhtemelen, büyümüş olan nefretim geçmişini de alıp götürecek onun. Beklemediğim ve inanmak istemediğim bir şekilde masumiyetini kaybedişi ve aramızdaki her şeyi bitirişi, onu unutmak adına her geçen gün biraz daha güç veriyor bana. Son sözlerime gelirken şunu da bilmeni istiyorum, beni sahiden merak eden ve her zaman sorularıma akılcı cevaplar veren aziz dostum; nefretim ve kızgınlığım sadece ona karşı değil. Kendimden de en az onun kadar nefret ediyorum. Onun gün be gün değişmesini ve sevdiğim kadını ellerimden alışını fark etmeme rağmen her defasında yalnızlığımın soğuk korkusu ve ona olan sevgimin sıcak gerçekliğine inanışım beni daha da güçsüzlüğe itti. Hatta bir gece, kendime saygımı yitirmek pahasına karşısında ağladım. Onu sevdiğimi ve bu gerçekliğin hiç bitmemesi gerektiğini söyledim. İşte bu yüzden varlığımdan bütün gücümle nefret ediyorum.


Aziz dostum Nora, umarım karanlık sıkıntılarımla ve derin mihnetimle canını sıkmamışımdır. Mektubunda, “onu hala o kadar güçlü seviyor musun?” diye sormasaydın bu kadar içimi dökmezdim belki. Ama hayatta, yorulmuş ve bıkmış bir haldeyken içini dökebileceğin bir insanın olması ne kadar güzel. Hele ki bu insan yıllardır dostum olan ve her cevabıyla beni biraz daha aydınlatan sen olunca… Bu ruh halime ilişkin fikirlerini ve düşüncelerini sabırsızlıkla bekliyorum.



Sevgilerle… Levon

4 köşe yazıyorum (01.09.09)


ADA

İsminin önemi olmayan, dört tarafı derin ve de serin sularla kaplı bir yerde açtım gözlerimi… adına tatil demek belki birazcık nankörlük olur diye şu anda adlandırmaktan kaçınıyorum. Şehrin kendine has, kendisiyle sorunlu gürültüsünden, kirlenmişliğinden ve nefes almayı zorlaştıran keşmekeşinden birkaç günlük kaçışımın bende bu kadar benzersiz duygular uyandıracağını tahmin edemezdim… Anlatılması güç duyguların yanı sıra, belki de bir daha görmek için çaba harcamayacağım, evrenin rastlantısına bırakacağım fakat tek porsiyonluk da olsa hoş vakit geçirdiğim insanlar tanıdım. Sıcacık gülüşlerinde saflığını görebileceğiniz adanın yerlileri ve adaya benim gibi hayatlarına mola vermek için gelen “yorulmuşlar”. Ve evler gördüm. Fazla uzunca olmayan, ahşap çatılı, beyaz boyalı evler.





Zamanın çabucak bitmemesi için elimden geldiğince anı yaşamaya çalıştım her gün. Sabah erken uyanmak için cep telefonunun alarmına ihtiyacım yoktu. Zira Güneşin denize olan meyli ve eşsiz birliktelikleri, kumların üstünde yatarken kendiliğinden kapanan gözlerin önünden geçen bitmeyesice hayallerin çekiciliği bu görevi ziyadesiyle yerine getiriyordu. Ya o sabah kahvaltılarına ne demeli? Saymaya üşendiğim kadar çeşit çeşit taze reçeller, peynirler, sıcacık açma ekmekler ve tabii ki ardı ardına içilen bergamot aromalı çaylar… karşımda ise yine deniz, yine kumsal.

Vücudumu, zihnimi, duygularımı… yani evrende nelerimle varsam hepsini tarif edilmesi güç bir haz kapladı oradayken. Adanın bana verebileceği her şeyi onun iliklerinden çekip almalıydım. Kahvaltı sonraları, yan masada sohbete dalmış adanın yerlilerinden gözüme kestirdiğim ihtiyarlarla ettiğim sohbetlerin sahiciliği, uzunca zamandır monolog halindeki muhabbetlerin sıkıcılığına maruz kalmış olmamın verdiği umutsuzluğu bir çırpıda aldı götürürdü. Öğlenin küçümseyerek tepeden bakan güneşi birazcık kibrini kırdığında ise havlumu, kremimi, yağımı, müziğimi ve kitabımı kaptığım gibi kumsala seğirtiyordum. Bedenimin bütün hantallığını, ağırlığını ve gerilmişliğini oracıkta sıcacık kumlara bırakmanın verdiği arınmışlık duygusu ve güneşin batmasına yakın otelime gittiğimde, yeşil kütür kütür bir elma yahut ice-tea şeftali eşlliğinde güneşin yumurta sarısına dönüşünü ve “yarın tekrar buluşmak ümidiyle hoşça kalın” deyişini izlemenin tadını da unutamayacağımı biliyorum.

Sahilde güneşlendiğim dakikalarda tenimin yanmasını an be an hissediyordum. Farklı bir zevki vardı bunun. Güneşin dokulara teması oradan hücrelere ilerleyişi ve sonunda bedenimde hüküm sürdüğünü düşünürdüm. Güneşi özümsemek böyle bir şey olmalı… Vücut ısısının yükselmeye başlamasıyla birlikte bu zevk yerini daha büyük, kaçınılmaz bir tutkuya bırakmaya başlıyordu… deniz. O anda bütün algılarını istediği şeye yoğunlaştıran beşikteki bir bebeğin ağlaması gibi istedim o serinliği. Denizle bütünleşmeliydim. Ateşimi ancak o söndürebilirdi. Önce birkaç adım atmaya başladım, denizin dibinden olabildiğince net görünen kumları ayaklarımın altında hissetmek birazcık huylandırsa da hoşuma gidiyordu. Daha sonra hafif bir ürperti karnımdan göğüslerime doğru ilerlediğimde bir anda balıklama kendimi denize bıraktım ve serinliğin içinde yüzmeye başladım… Gece de isminin Deniz olduğunu söyleyen bir kadınlaydım. Her yanım denize mahkûmdu anlaşılan. Neyse daha geceye çok var…



Akşamları ise adanın muhtelif yerlerine serpiştirilmiş gibi duran lokantalara yahut sahilde mevzilenen balıkçılara gidiyordum. Her akşam kendime, “bütün senenin yorgunluğunu ancak böyle güzel yemeklerle atabilirsin.” diyerek, kendimi cömertçe donatılmış masalarda buluyordum. Her akşam yemeğinin ayrı bir yeri vardı fakat oradaki ilk akşamımda yediğim balığın ve onun sadık dostu rakının damağımda bıraktığı tadı anlatamam. Taze yapılmış ve hayli emek harcanmış mezelerden hopur hopur götürürken, kafamı meze tabağından kaldırmadan gözlerimi garsonun gözlerine devirerek bir duble daha işaret ettim. Daha sonra bir tane daha… bir tane daha. Hesabı masada ödedikten sonra hafif yalpalayarak ve sallanarak otele doğru yürüdüğümü hatırlıyorum. Otelin sahibi Fatma Hanım’ın her günün parasını ısrarla ve ihtimamla bizzat odamın bulunduğu koridorda bekleyerek istemesinden mi bahsetmeli, yoksa yan odada kalan iki taze kızın benimle tanışmak için sarfettiği gayretlerin ne kadar yapmacık olduğundan mı çıtlatmalı bilmiyorum ama, seneye tekrar gidersem yine orada kalırım. Zira odamın manzarasını ve otelin temizliğini düşündüğümde ödediğim miktar gayet makûldü. Ayrıca Fatma Hanım’ın absürdlüğü de cabası. Hatta şunu anlatmazsam çatlarım; adaya geldiğim ilk dakikalarda otelleri ve pansiyonları gezerken, Fatma Hanım’ın oteline denk geldiğimde, bana müşterisi olmam için sunduğu özellikler ve ayrıcalıkların içinde üst katta Rus kızların ikamet ettiğini bastıra bastıra söylemesi karşısında hayli afallayıp, bir an Fatma Hanımın görünen mesleğinden şüphe etmiştim. Neyse Rus uyrukluların akîbeti ve ahvâli hakkında söylemek istediğim bir şey yok… geçelim.



Yemekten sonra otelde birazcık dinlenip, üstüme başıma yakışmasını arzu ettiğim bir şeyler geçirip adanın en gözde diskosuna yahut barlarına doğru yola koyulurdum. Birazcık danstan, birazcık alkolden ve kadın kokusundan zarar gelmezdi ne de olsa. Gündemin popüler addedilen şarkıları peşin sıra çalarken kendilerinden geçen insanların danslarını ve dans diye düşündükleri hareketlerini izlerdim içeri girdiğimde. Sonra ise içeride tanıştıysam “içeridekiyle”, yok öğlen kumsalda tanıştıysam ve sözleştiysek de “kumsaldakiyle” kendimizi müziğin ritmine bırakırdık. Bir yandan ruhumun notalarla oynaşmasını hissederken bir yandan da karşımdakiyle sık sık göz göze gelişimizin müjdelediği kırmızı dakikalar zihnimi meşgul ederdi. Gecenin terbiyesiz dakikalarına doğru ilerlediğimizi fark ettiğimizde çoktan diskodan çıkmış, onun ya da benim otel odamda birbirimizi daha yakından inceliyorken bulurduk. Alkolün etkisi bazı gergin dakikaların yaşanma olasılığını sıfıra indirmiş, sürecin mutlu sona ulaşması için de elinden geleni yapmışa benziyordu. Önce sıcak, ıslak bir öpücük, ardından tenin tenle muhabbeti ve buruşan çarşaf… evet hepsinin ayrı bir yeri vardı, daha doğrusu hepsinin sadece orada kalmasını istediğim bir yeri vardı ama bir tanesi kalıcı olmak arzusundaydı… Deniz. Her öpücükten sonra gözlerini hafif kapayarak ve ağzının yanındaki çizgileri belirginleştirerek arsız bir gülücük atardı. Arsız ve halinden memnun…



Ne kadar yazarsam yazayım, sanki yaşadıklarımı ve hissettiklerimi bendeki yoğunluklarıyla anlatamadığımı düşüneceğim, biliyorum. Hatta şu anda bile içimde beni de kağıda dökmelisin diye haykırmaya başlamış duygularım ve anılarım var. Ama nasıl ki adanın ihtişâmı ve ben de uyandırdıklarının güzelliği orada bulunduğum sürenin kısalığına bağlıysa ve hâlâ tadı damağımda kaldıysa, anlattıklarımın da aynı kaderi paylaşması için sözü burada bitiriyorum…